Elif Batuman The New Yorker'da yazdığı
makalelerle selam verdi "şöhret" dünyasına. İlk romanı
"Ecinniler Rusça Kitaplar ve Onları Okuyanlarla Maceralar" kısa
sürede New York Times'ın çok satanlar listesindeydi. Batuman bu aralar
Türkiye'de ve futbol maçlarının yakın takipçisi
Aileniz
ne zaman gitti Amerika’ya?
1973’te Hacettepe Tıp Fakültesi’ni
bitirdikten sonra gidiyorlar ve orada kalmaya karar veriyorlar.
Bir
konferansta Yahudi bir meslektaşınız ‘Kızıl Süvariler’i anlamayacağınızı çünkü
Lyutov’un kendine has Yahudi yabancılığı olduğunu söylüyor. Siz de “New
Jersey’de büyümüş birinci kuşak Türk kadını olduğunuzdan iyi anlayamayacağınız”
ironik cevabını veriyorsunuz. Bir Türk olarak yabancılık hissediyor musunuz
Amerika’da, ya da bir zamanlar hissetmiş miydiniz?
Evet ama Türk olmaktan ziyade, diğer
insanlardan farklı olduğum için hissettiğim bir yabancılıktı bu. İlkokulda
sınıftaki bütün çocuklardan farklıydım. Anlamını nasıl açıklayacağımı
bilemediğim bir ismim vardı öncelikle. Pek çok göçmen öğrencinin olduğu lisede
ve kolejdeyse problem değildi artık ismim. Aslında Türkiye’de Amerika’da
yaşadığımdan daha fazla bir yabancılık hissediyorum. İnsanlar aksanımdan dolayı
sürekli nereli olduğumu, Türkçeyi nerede öğrendiğimi soruyorlar. Amerika’da da
“Amerika’nın neresindensin?” diye soruyorlar ama 20. soruda. Türkiye’deyse ilk
soru bu oluyor. Bindiğim her takside açıklamak zorundayım; “Türküm ama
Amerika’da büyüdüm”
Türkçe
yerine Rusça öğrenip Rus romanı üzerine araştırma yapmanızın sebeplerini
anlatırken, gençken Türk romanının içinde bulunduğu durumdan sıkkın olduğunuzu,
Türk romanı denince ilk akla gelenin Türklerin bile okumaması olduğunu
yazıyorsunuz. Hâlâ böyle mi düşünüyorsunuz?
Hala romanın Türk geleneği içerisinde
en önemli edebiyat formu olmadığını düşünüyorum ama 13-14 yıl öncesiyle
kıyaslayınca çok fazla Türk romanı yazıldığı ve okunduğu da aşikar. Koç
Üniversitesi’nde bana teklif edilen görevi kabul etmemin önemli sebeplerinden
biri de Türk edebiyatı kültürüne dair öğreneceklerim. Amerika’ya kıyasla çok
hızlı bir değişim var burada. Altı haftadır İstanbul’dayım ve hala öğrenecek o
kadar çok şey var ki. İlk kez Tanpınar okuyorum örneğin ve kesinlikle mükemmel.
Özellikle de ‘Saatleri Ayarlama Enstitüsü’ kitabı. Ama dili benim için hâlâ çok
zor. Her üç kelimede bir sözlüğe bakıyorum.
Okuduğunuz
eserdeki karakterlerle kendinizi özdeşleştirir misiniz? Bovarist misinizdir?
Sizi Rus romanında en fazla etkileyen karakteri sorsam…
Benim için Bovarizm bir karakterden
öte genel atmosferle, dünya görüşüyle özdeşleşmek. En fazla etkilendiğim
karakter ‘Anna Karenina’daki Eugene Onegin. Somut ve absürd bir örnekle
açıklarsam, kitapta Anna Karanina’daki buz pateni sahnesinden ne kadar
etkilendiğimi yazmıştım. Aslında buz pateni de çok boş zaman aktivitesi ve
gündelik hayatımda da hiç haz etmediğim aktiviteler bunlar. Mesela frizby ya da
barbekü partileri. Koç Üniversite’sine geldiğimde buz pateni pistleri olduğunu
öğrendiğimde yalnız, ilk işim sevmememe rağmen gidip kayıt yaptırmak oldu.
Öğrenmeye başladım bile, Anna Karenina’yla anlam kazandı diyebilirim.
Tolstoy’u
Dostoyevski’ye tercih ettiğinizi yazıyorsunuz. Nedir Tolstoy’u özel kılan?
Tolstoy- Dostoyevski karşılaştırması
zorlama bir karşılaştırma. Rus edebiyatı okuyan herkesten bu seçimi yapması
beklenir. İkisi de mükemmel yazarlarken bu seçim de anlamsız aslında. (Bazı
insanlar favori yazarlarının Tolstoyevsky olduğunu söyleyerek bu seçimden uzak
dururlar). Ben kendimi bir Dostoyevski insanındansa Tolstoy insanı olarak
görüyorum. Benim için Tolstoy sinema gibidir, Dostoyevski’yse Yunan tiyatrosu.
Rus
edebiyatını tanımanın bir parçası olarak yaptığınız Semarkand yolculuğundan
sonra şiiri bırakıp cüsseli romanlara dalıyorsunuz. Nedir sebebi?
Sanırım şiirdense romanı tercih
ediyorum ama bir şekilde edebiyatın en saf formunu ve bütünlüğünü anlamam için
şiir okumak zorundayım. Semarkand’da birden dünyanın çok büyük olduğunu ve
hiçbir zaman tamamını anlayamayacağımı fark ettim. Hayatın ne kadar kısa
olduğunu ve çok çok önem verdiğin şeyleri öğrenmeye bile fazla vakit olmadığını
anladım. Bu durumda benim için daha önemli olan romana yöneldim.
Bu
aralar Türkiye’desiniz. Sitenizde gittiğiniz Beşiktaş ve Fenerbahçe maçlarına
dair yazmışsınız. Bir fotoğrafta da Fenerbahçe forması var üzerinizde. Takım
tutar mısınız? Futbol maçlarını seyreder misiniz?
Koç Üniversite’sinde misafir yazar olarak çalışıyorum şu aralar. Temmuz’a kadar buralardayım. New Yorker için Beşiktaş Çarşı ağırlıklı Türk taraftar kültürü üzerine bir yazı hazırlıyorum. İnönü’de iki Beşiktaş maçına gittim. Taraftarlarla birlikte Beşiktaş-Eskişehir deplasman maçını seyrettim. Fenerbahçe formasını gittiğimiz Fenerbahçe maçında doktor kuzenim ve meslektaşları verdiler. Daha önce hiç futbol maçına gitmemiştim. Beşiktaş-Bursa maçı gittiğim ilk maçtı. Sonra da kuzenimle Fenerbahçe-Kardemir Karabükspor maçına gittik. Büyük bir kültür şokuydu benim için. Kuzenim iPohe’undan; “Senin gittiğin maçta üç kişi bıçaklanmış” diye okudu.
Kitabınızda
da 2002 Dünya Kupası’nda Türklere karşı Brezilyalıları tutan Özbeklerden
bahsediyorsunuz.
2002 Dünya Kupası’nda Türkiye takımı
çok başarılıydı. Heyecanla takip etmiştim. Ne büyük bir futbol fanı, ne de
milliyetçi bir insan olmamama rağmen bu kadar heyecanlanmam benim için de
sürprizdi. Tuttuğum bir futbol takımı yok ama tutacaksam eğer, kuzenlerimin
Fenerbahçe (Kanarya) ısrarlarına rağmen Çarşı’nın yanında olurdum. Çünkü çok
zengin ve altı çizilesi bir kültürleri var. Yazacağım makale için çalışırken
inanılmaz etkileyici insanlarla tanıştım Çarşı grubundan.
Orhan
Pamuk okuyamıyorum
Nazım
Hikmet’i sevdiğinizi söylüyorsunuz bir röportajınızda. O da biraz Rus sayılır
aslında. Hikmet’e Türk Mayakovski diyebilir miyiz ?
Şiirleri çok farklı ama evet
kesinlikle aralarında bir rezonans var. İkisi de sevdiğim şairler. 1997’de
Moskova’ya ilk gidişimde turistik faaliyetlerde bulundum ve Novodevichy
Mezarlığı’na, Nazım Hikmet’in mezarını ziyarete gittim. Nazım Hikmet benim için
Moskova demek diyebilirim.
Orhan
Pamuk’un edebiyatını biraz sıkıcı buluyorsunuz sanırım. Dünyada bu kadar
sevilmesinin sebebi ne olabilir sizce? Burada insanlar Nobel almasının altında
siyasi nedenler arıyorlar. Siz ne düşünüyorsunuz Pamuk hakkında?
Orhan Pamuk’u okurken kesinlikle çok
zorlandığımı söyleyebilirim. Herkesin çok iyi kitap olduğunu söylediği Cevdet
Bey ve Oğulları’nı okuyamadım. Diğer kitaplarına da başladım ama onları da
bitiremedim. ‘Kar’ kitabının başlangıcını, ilk 100 sayfasını çok sevmiştim.
Sonra bir şekilde o enerjiyi yitirdim. Bence son yıllarda Orhan Pamuk da daha
iyi yazıyor. Romanlarını okumadan önce İstanbul anılarını, roman yazarı olmaya
başlamakla igili yazdıklarını okuyunca bana öyle geldi ki, Orhan Pamuk Batı’dan
bir adamdı ve Doğu’da sıkışıp kalmıştı. Bunları okuduğumda Batılı taraflarını
kullanıyormuş gibi geldi ve rahatsız oldum biraz. Nobel aldıktan bir süre sonra
Standford’da yaptığı konuşmayı dinledim. Mükemmel bir konuşmaydı. ‘Kar’ı
yazmadan önce yaptığı araştırmaları anlattı. Ve o zaman gerçekten edebiyatla ve
romanla ne kadar ilgilendiğini anladım. O da Rusları seviyor! Türk romanına
büyük prestij kazandırdı Orhan Pamuk ki bu da çok önemli. Pamuk’un Amerika’daki
başarısını açıklamak zor değil. Günümüzün Amerikan edebiyat okuyucusu iyi
yazılmış ‘edebi fiction’ lara karşı büyük heyecan duyuyor. Hele de politik ve
tarihsel açıdan bakanlara, Batı’ya ait olmayan kültürlerden gelenlere. Çin
edebiyatı bu anlamda büyük bir rekabet içerisinde. Türkiye için Orhan Pamuk en
ciddiye alınan yazar. Ayrıca Avrupa ve Amerika’da insanlar Türkiye’nin Doğu ve
Batı arasındaki duruşundan fazlasıyla etkileniyorlar. Orhan Pamuk da bu anlamda
okuyucularına istediklerini veriyor ve başarıyı da hak ediyor.
New
Yorker “Buz Sarayı” yazınız için yolculuk masrafınızı karşılamak istemiyor.
Böyle şeylerin sadece bizim memlekette olduğunu sanırdık. Oralarda nasıl bir
“serüven” büyük dergilere yazı yazmak?
New Yorker’a çok şey borçluyum çünkü
New Yorker sayesinde ilk çıkışımı yaptım diyebilirim. Genç bir yazar için bu
büyük bir fırsattı. Ama yeni çıkan bir yazarsanız ve büyük bir dergi için
yazmaya başladıysanız büyük bir dergide yazan küçük bir insan gibi
hissedebiliyorsunuz kendinizi. Galiba dergi dünyası dünyanın her yerinde aynı.
En alttan başlarsın ve eğer şanslıysan ve sıkı çalışıyorsan yükselirsin yavaş
yavaş.
Edebiyatla
karşılaştırınca biraz yüzeysel kalan bir dünya medya. “Buz Sarayı” için
editörle yaptığınız konuşmadan da anlıyoruz bunu. Nasıl bir denge kuruyorsunuz
iki dünya arasında?
Bazen çok zor bir denge kurmak. Benim
için en zor olanıysa pek çok insana, genele hitap etmek ve buna uygun bir dil.
Akademik ve edebi tarafı da kaybetmeden yazmak zor olan. Evrensel olan nedir
diye düşününce kolaylaşabiliyor işler. Mesela romanım raflara çıkacağı zaman da
tartıştık bunları. Editörüm insanların Rus edebiyatından korktuklarını,
anlayamayacaklarını düşündüklerini söyledi. Bizim yapmamız gereken
anlayabileceklerini ve sevebileceklerini söylemekti. Bu yüzden New Yorker’ın
çizeri Roz Chast tasarladı kapağı ve Chast’ın çiziminin büyük etkisi oldu. Bir
denge, bir yol bulmak her zaman kolay olmuyor ama sonradan görüyorsunuz ki
uğraşmaya değer.
Kitapta
“Roman yazmak zaman alır ve zaman pahalıdır” diyorsunuz. Pek çok yazarın
şikayet ettiği şey de bu sanırım. Nasıl çözümlenir sizce? Ya da diyelim ki
çözümlendi, yazarın tek işi yazmak oldu. Bu da yazdığını değiştirmez mi
insanın? Pozitif mi etkiler, negatif mi acaba eseri?
Bu büyük bir mesele gerçekten ve ben
de hala çözmüş değilim. Kitabım çıktığında örneğin bütün bir yılı röportajlar
yaparak, okumalar yaparak, festivallere katılarak geçirdim. Panellere katılmak,
yazarlarla yayıncılarla yemekler yemek zor iş. Benim için en anlamlı çözüm
gazetecilik oldu. Kitaptan daha fazla kazandırdığı kesin. Gazeteci olarak çalışmayı
seviyorum çünkü edebiyat dünyasından çıkarıyor beni ve bu çok sık yaptığım bir
şey değil. Yeni yazacağım kitapta büyük ihtimalle gazetecilik ve edebiyat
arasında bir denge olacak. Gazetecilik ve bir odada bilgisayar başında oturmak
arasında bir denge. Ama bu gerçekten bir yazarın sahip olabileceği iyi bir
“problem”. Ben de sabırsızlıkla bekliyorum çözmeyi.
Kitaptan
Edebiyatı bir meslek, bir sanat, bir
bilim ya da bambaşka bir şey olarak düşünmeyi yeğlediğimi, ama zanaat olarak
düşünemediğimi anladım. Zanaat ne zaman dünya hakkında, insan olmak hakkında ya
da anlam arayışı hakkında bir şey söylemişti? Onda sadece olumsuz emirler
vardı: “Göster, anlatma”; “Sevdiklerini öldür”;”Gereksiz sözcükleri kaldır.”
Sanki yazmak kötü alışkanlıklardan kurtulmaktan, gereksiz sözcükleri
kaldırmaktan ibaretmiş gibi.”
Aşık olunca aşık olduğunuz şey nedir?
Onun giysileri, kitapları, diş fırçaları. Daha önceden birbirlerine yabancı
olarak durdukları halde, büyülü bir şekilde o kişinin özellikleri olarak,
eylemlerin, seçmenin ve kullanmanın organik ifadeleri olarak bir araya gelen
yapma eşyalar.
Şehirlerden birinin adı Tokat’tı, yani
“yüze atılan bir şamar”. Bu aynı zamanda Rus Fütüristlerinin yayınladığı ünlü
bir manifestonun başlığıdır: “A Slap in the Face of Public Taste” ya da
Türkçede dendiği gibi, “toplumsal zevke bir tokat”. “Ottoman Slap” de- yumruğu
zevksizlik sayan Osmanlı ordusunda geliştirilmiş olan bir teknik- Osmanlı tokat
(ya da dilbilgisi açısından daha doğru şekliyle, Osmanlı tokadı) olarak bilinir
ve eğer bu terimi YouTube’da ararsanız, suratlarına genellikle başka
Türklerden, ama, bir filmde olduğu gibi, eşekten bile tokat yiyen Türklerin
yüzlerce filmini görebilirsiniz. Annem en çok benim Tokat’a gidecek olmamdan
kaygılanmıştı.
Mayakovski kanapeyi erdem sayan bir
şiir yazamazdı; salatalık yetiştirmek üzerine şiir yazmak üzere, kıra çekilecek
biri değildi o. Bir eylem biçimini yazması gerekiyordu, bir yaşam biçimini.
Bunda da fazlasıyla ciddiydi. Bir keresinde şiirlerini sadece estetik olduğunu
düşünerek kaygılanmıştı, buda şiirin yararsızlığı hakkında bir şiir yazarak
çözülecek bir şey değildi. “Aslında senin için romanslar yazmayı yeğlerdim,”
diye yazdı Mayakovski 1930’ların başında, “Ama kendime engel oldum, topuğumu
dayayarak/ kendi şarkımın gırtlağına.” “Var gücümle
Bağıra Çağıra” adlı bu şiir Nisan
ayında kendini vurduğu için yarım kaldı.
Kitap
için neler yazdılar
The
New York Times’dan Dwight Garner:
“İnsan, hayatının sonuna dek onun
kitabından alıntı yapabilirmiş gibi hissediyor. Bahsettiği kitapları onunla
birlikte okumak, kişiye çok derin bir mutluluk veriyor”
Los
Angeles Times:
“Batuman’ın ilk kitabı, özyaşamöyküsü,
gezi yazısı ve edebiyat eleştirisi türleri arasında, insanın başını döndüren
bir hüner ve özgünlükle gidip geliyor.”
Time
Out New York’tan Parul Sehgal:
“Kişisel, eğlenceli ve karamsarlığı öldüren
bir eser. Rus yazarlarından genellikle Dostoyevski üzerine konuşulur. Batuman,
Tolstoy’un da hakkını veriyor.”
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
iyi ve güzel...