“Akla ne işle uğraşacağını gönül öğretir.
Gönül gelişmezse akıl kötülüklerle uğraşır.
Onun için düsturumuz
Bilim+Gönül’dür.”
Elinde
İtalya’dan kalma antika siyah bir bavulla çıktı Sıhhiye’deki evlerinden. Ceketinin
yakasında Atatürk rozeti, içindeyse annesinin diktiği beş liralık bir altın vardı.
“Ne olur ne olmaz yanında bulunsun…”
Yola
koyuldu sap sarı saçlı, gözlüklü, dahi çocuk. Hiç bilmediği bir diyara,
Amerika’ya, Mizzuri Üniversitesi’ne doğru… Henüz 18’indeydi ama yaşından epey
küçük görünüyordu.
Gidiyordu.
Bir
gün aklı da yüreği de daha da güçlü bir “Oktay Sinanoğlu” olarak geri dönmek
için gidiyordu…
Oktay
Sinanoğlu’nun hayatı İtalya’nın Bari şehrinde, 25 Şubat 1935’de başladı.
İtalya, başkonsolos olan babasının o günlerdeki görev yeriydi. Gurbet çok
sürmedi. II. Dünya Savaşı’nın başlamasıyla 1939’da ailesiyle memlekete döndü.
Türkiye’ye geldiğinde biraz İtalyanca biraz da Fransızca biliyor ama bir kelime
dahi Türkçe bilmiyordu. Ancak gün gelecek hayatı bir Türkçe savunucusu olarak
geçecekti.
Çok
geçmeden hayatı derin bir acıyla sarsıldı. Henüz 6 yaşındayken babasını
kaybetmişti. Ölüm, 6 yaşındaki bir çocuğa nasıl anlatılabilirdi ki! Bu yüzden
Oktay’a babasının İtalya’ya göreve gittiği söylendi. Birkaç yıl boyunca buna
inanarak babasına mektuplar yazdı durdu küçük Oktay. Annesi ve halası da sözüm
ona bu mektupları postaneye gidip gönderiyordu. Cevap gelmemesine de oradaki
savaşı bahane ediyorlardı. Bir gün mahallenin çocukları onla alay edip “senin
baban öldü” diyene kadar da bu oyun sürdü. En nihayetinde annesi ve kız kardeşi
Esin ile baş başa kalmıştı ve bundan sonra onları zorlu bir hayat bekliyordu.
Başarılı ve Haylaz Çocuk
Annesi
yazarlık ve çeviri yaparak evini geçindirmeye ve çocuklarını okutmaya başladı.
Bunu da çok iyi başardı. Ankara’da burslu olarak TED Kolejine giren Oktay, çok
başarılı bir öğrenciydi. Zekâsı çok geçmeden öğretmenleri tarafından da fark
edildi.
“1.
sınıftayken sayıları öğrendim. Mesela bir sayfa 2 yazacaksın. Aa 2’yi ters
yazmışım derken yazmayı öğrendim. Derken o senenin sonuna doğru bir öğretmen
geldi beni sınıftan ödünç alarak 5. sınıfa götürdü. Tahtaya aritmetik bir şey
yazmış, bana sordu. Ben de tahtada çözdüm. Sonra sınıftakilere döndü dedi ki 1.
sınıftan bu çocuk yapıyor siz ahmaklar bir şey yapamıyorsunuz…”
İlkokulda
Erdal diye haylaz bir çocukla arkadaşlık ediyordu. Erdal yalnız haylaz, Oktay
ise haylaz ama başarılıydı. Gel gelelim Oktay’ın başarılı oluşundan pek de
haberi yoktu. Ona soru veriyorlardı o da sadece çözüyordu. Erdal ile Oktay oyun
oynamanın yanında birlikte gazete çıkarmaya, kitap yazmaya da kalkıyorlardı.
Hatta bir keresinde bir roman yazmayı dahi denediler.
“Erdal
benim Sanço Pançom gibi. 3. sınıfta
roman yazmaya karar verdik ikimiz. Türkçe öğretmenine götürdük okudu. Dedi ki
‘Roman 40 yaşından sonra yazılır. Bir sürü tecrüben olur da ancak öyle. Bu
yaşta yazılır mı?’ Öğretmen bir kova su döktü, bıraktık.”
“Sen De El-âlemin Çocuğu
Gibi Oyun Oynasana”
Oktay
çok kitap okuyor, kütüphaneden çıkmıyordu. Yazma yeteneği de o yaşta belliydi.
Nitekim annesi ve babası da yazar insanlardı.
Edebiyata yönelmesi beklenirken 7. sınıfa geldiğinde tanıştığı fizik ve
kimya dersleri onu adeta büyüledi. Bir
sürü soru işareti çaktı kafasında. Bu göktaşı neden mavi? Fotoğraflar kâğıdı
nasıl çıkıyor? Sirke neden böyle kokuyor? Çok geçmeden evin holünü nerdeyse bir
laboratuvara çevirdi. Deneyler yapıyor, deneyleri için kitap arıyor hatta
Türkçe kitaplar yetmeyince çat pat İngilizcesiyle yabancı kitaplara
yöneliyordu. Nerden bilsin okuduğu kitabın Oxford’ta okutulduğunu…
“Gidiyorum
kalın bir İngilizce kitabı alıyorum. Sonraları öğrendim ki meğer Oxford
Üniversitesi’nin sonunda okutulan inorganik kimya kitabıymış. Ben ne bileyim…
Geliyorum onu karıştırıyorum. Sonra gidip deneyler yapıyorum. Evde güm, pat,
çat bir şeyler oluyor. Mahalle ayağa kalkıyor…”
Kafasına
takılan her soruyu deneyler yaparak anlamaya çalışıyor ve çözmeden o işi
bırakmıyordu. Hatta bir keresinde fotoğraf kâğıdı yapmaya ve üzerine resim
basmaya karar verdi. Kitaplarda hiçbir şey bulamadı. Mal hesapları yaptı,
miktarları tespit etti, karıştırdı, üzerine biri negatif koydu: “Resmi gördüm
ancak resim eriyip gitti. “Hay Allah!” derken tuttu Amerika’daki Kodak
şirketine mektup yazdı. Meğer püf noktası bir sırmış. Yılmadı denemeye devam
etti sonunda da fotoğrafı basmayı başardı. Bunlarla uğraşırken laboratuvarda
10-12 saat geçirdiği oluyordu. Bir gün annesi dayanamayıp odaya başın uzattı
“Yahu sen de elalemin çocuğu gibi oyun oynasana, kız kovala filan” diye
serzenişte bulundu. Ona git çalış demedikleri gibi git oyna diyorlardı.
Lisenin
sonlarına doğru artık ondan bir karar vermesi istendi. Kimi “Baban gibi
hariciyeci ol” diyordu. Kimi doktor,
kimi yazar… Herkes bir şey söylüyordu.
Söylüyordu ancak o kararını
çoktan vermiş 20 yıllık planını kafasında hazırlamıştı. Ancak onun 20 yıllık
planı 10 yılda gerçekleşecekti…
Amerika’yla Savaşmak
için Amerika’ya Gitti
TED
Koleji’nin birincilikle bitirdi ve yurt dışına gönderilmek üzere seçilen
öğrencilerden biri oldu. Ancak Oktay buna hiç memnun olmadı. Daha o yaşta
müthiş bir vatan-millet sevdası hakimdi içinde ve o nefret ettiği Amerika’ya
asla gitmek istemiyordu. Ancak bir
tanıdıkları şu sözüyle onun fikrini değiştirdi: “Sen oraya git de, döndüğünde
ne istersen onu yaparsın.” Oktay’ın
aklına yatmıştı, oraya gidecek ve eğitimini en iyi şekilde tamamlayacaktı.
Nitekim annesinin de onu tek başına okutması çok zordu. Sonra bir gün geri dönecek
ve öğrendikleriyle o çok sevdiği vatanına hizmet edecekti. Oktay bu hayalinden
son nefesine kadar asla vazgeçmedi.
“Baktım,
Türk bayrağı ve Atatürk karşımda; cam çerçeveli olduğu için bayrağın üstünde
kendi yansımamı gördüm. İçimden yemin ettim dedim ki ‘Gideceğim ve kısmetse
orada söz sahibi olacağım. Ondan sonra gelip o namussuzlarla burada
uğraşacağım’ O zaman anlamıştım ki burada kalırsam Amerika’nın kölesi olurum.
Oraya gidersem Amerika’nın efendisi olur buraya gelip onlarla daha rahat
mücadele ederim ve işte bizi böylece gönderdiler.”
Amerika’daki İlk Sınavda
Kaç Aldı?
Oktay
elinde İtalya’dan kalma antika siyah bavul, yakasında Atatürk rozeti ve cebinde
annesinin diktiğini beş kuruşluk altın ile yola çıktı. Üniversiteye ulaştığında
ilk iş bir sınav yapacaklardı. Uçak yolculuğundan dolayıp kulakları hala
oluyordu. “Sen yeni geldin bu sınava giremezsin” dediler. “Yok gireceğim” dedi.
Soruları önüne aldı sorular İngilizceydi. Oysa o, Türkçe okumuştu ancak çoğu
formüldü ve hepsini anlamıştı. “Ben bunları biliyorum” dedi içinden. Herkesten
evvel de şakır şukur çözdü. İlk sınavından da 100 aldı. Tüm hocalar ilk
şokların yaşamıştı. Bu sarı saçlı, küçük Türk çocuğu ummadıkları bir de dehaya
sahipti.
Geçmeden
okulda parmakla gösterilir oldu. Zekâsıyla olduğu kadar görüntüsü ile dikkat
çekiyordu. Amerikalı çocuklar zıpır kıyafetler giyerken o kolej de alıştığı
gibi takım elbisesini giyip geliyordu okula. Neredeyse bütün sınavlarından tam
puan alıyor, ortalamayı yükselttiği için öğrenciler onun aldığı dersleri almaya
korkuyordu. En büyük tutkusu kimyada ise direk üçüncü, dördüncü sınıf
derslerinden başlatılmıştı. Ancak bu üniversite onu tatmin etmedi. Kütüphaneye
girip kitapları karıştırdı; fizikte, kimyada en çok Nobel ödülü almış hocalar
nerede diye baktı. Cevap, California Üniversitesi oldu ve çok geçmeden oraya
geçiş yaptı.
Dünyanın En Genç
Profesörü
California
Üniversitesi kimya mühendisliğini birincilikle bitirdi. Ardından Yüksek Kimya
Mühendisi oldu. Yine California Üniversitesi’nde Kuramsal Kimya doktorasını
tamamladı. Amerika’da Atom Enerjisi merkezinde araştırmalar yaptı, araştırmaları
uluslararası dergilerde yayınlandı. Pek çok üniversiteden teklifler almaya
başladı. Yale Üniversitesi’nde yardımcı Profesör olarak çalıştı. 1961’de ise
“Atom ve Moleküllerin Çok Elektronu Kuramı” ile profesörlüğe adım attı. Temel fizik kanunlarından başlayarak çeşitli
maddelerin kimyasal ve fiziksel özelliklerini bulmak için gerekli olan ve 50
yıldır çözülemeyen bir matematik kuramını bilim dünyasına kazandırdı. Böylece
profesörlüğe yükseldi… Henüz 26 yaşındaydı ve bu ona dünyanın en genç profesörü
ünvanlını kazandırdı. Son 300 yılın en genç profesörü oldu. Yale
Üniversitesi’ndeki profesörken bunun yanında Harvard Üniversitesi’nde de yeni
kuantum kimyası ve fiziği üzerine dersler verdi. Öğrencilerinden bile çok daha küçüktü.
Burada Türkçe
Konuşmak Yasak!
Tüm
bu başarılarının yanında içinde bitmek bilmeyen bir arzuyla Türkiye’ye dönmeyi
istiyordu. Çok geçmeden Orta Doğu Teknik Üniversitesi’nde Danışman Profesör
oldu ve Amerika ve Türkiye arasında mekik dokumaya başladı bir dönem başladı.
Ancak ünü dünyaya yayılmış bu muhteşem bilim insanı Türkiye’deki bilim
çevrelerinde fikirleriyle oldukça yadırganacaktı. Onun gibi birinin batıya
hayran olması, hâlihazırda çok iyi konuştuğu yabancı dili herkes için zorunlu
görmesi, Türkiye’ye tepeden bakan bir tavırda olması gerekiyordu ancak o daha
Türkiye’ye ilk adımı attığı andan itibaren eğitim dilinin Türkçe olmasını
gerektiğini savundu.
“Yıllar sonra ilk kez Türkiye’de bir konuşma
yapacaktım ‘orada kalmış şivesi bozulmuş’ demesinler diye ödüm patlıyordu. Ön sırada pek çok siyasetçi ve makam sahibi
insan oturuyordu. Tanıttılar, kalktık, Türkçe anlatmaya başladık. Ön
sıradakiler mosmor oldu. Kalktı biri yanıma geldi,
kulağıma eğildi ‘burada Türkçe yasak İngilizce anlat’ dedi. Yok dedim buraya
Türkçe konuşmaya geldik. Ben kendi ülkemde, kendi dilimde konuşmaya hasret
içindeyim…”
O, Türkiye’nin Dünya,
Onun Peşinde
Oktay
Sinanoğlu Bir yandan da Amerika’daki bilimsel çalışmalarını sürdürüyor, Yale
Üniversitesi’nde DNA üzerine çalışıyordu. DNA molekülünün yapısının neden çift
sarmal olduğunu ve bunu bir arada tutan kuvvetlerin ne oldu üzerine yaptığı
çalışmasıyla Moleküler Biyolojinin kurucuları arasına katıldı. Miami Yüksek Enerji Fiziği üzerine çalışırken
orada Kuramsal Bilimler Merkezi’nin kurucularından oldu. Dünyanın pek çok
yerinde, birçok bilimsel konuşma yaptı, dersler verdi. O farkında olmasa da
kitapları dilden dile çevriliyor, farklı ülkelerde de ismi tanınıyordu.
Ancak
her zaman olduğu gibi aklı hep Türkiye’deydi.
İlk önce Türkiye’de bir uluslararası bilimsel yaz okulu düzenledi. Nicem
Kimyası üzerine gerçekleşen yaz okulunda dünyanın dört bir yanından bilimcileri
bir araya getirmişti. Ardından bu defa Yüksek Enerji Fiziği üzerine 2.’si, sonra da Atom Fiziği üzerine 3.’sü geldi.
TÜBİTAK bilim ödülünü alan ilk kişi oldu. ODTÜ’de Kuramsal Kimya bölümünü
kurdu. Hatta Türkiye’den seçtiği 3 zeki öğrenciye yurt dışı bursu vererek
Amerika’da yanında eğitti. Eğitimin
ardından onları Türk üniversitelerine yerleştirdi ve öğrenciler
yetiştirmelerini istedi. Ancak onların
bir kısmı ODTÜ’de siyasal atmosferin etkisiyle yanlış yollara sapacaktı.
Japonca ile Türkçe
Ortaklığı
Gün
geldi Oktay Sinanoğlu’nun yolu Asya ülkelerine düştü. Türki cumhuriyetlerden
başlayarak Japonya’ya uzanan bu serüvende onun için yeni bir dönem
başlayacaktı. Özellikle Japonya ziyareti
esnasında gördükleri ve Japon kültüründe öğrendiği şeyler yeni araştırmalarına
ilham verdi. Sinanoğlu bilimsel konuşmalar yapmak üzere Japonya’ya davet
edilmişti. Bir hafta geçmemişti ki “Batıda medeniyeti yokmuş asıl medeniyet
burada” dedi. Japonca’nın Türkçe‘ye olan benzerliği ise onu hayrete
düşürüyordu.
“Japonca’yı
biraz öğreneyim dedim. Bana bir öğrenci
buldular, onunla birlikte Japonca öğrenmeye başladım. Hayretle gördüm ki
Japonca Türkçe’ye çok benziyor. Bir hafta sonra çocuğu gönderdim kendim
çalışmaya ve incelemeye başladım. Gözlemlediklerimi, yaptığım konuşmalarda da
anlattım. İpek Yolu’nun iki ucunun birbirine benzerliğinden söz ettim.”
Oktay
Sinanoğlu’na göre dilinde bir matematiği var. Özellikle de Ural Altay
dillerinin…
Örneğin
Japonca’da Türkçe’de olduğu gibi takılar var. Türk ve diğer Ural Altay
dillerinde ses uyumu var. Türkçe Kyoto’nun Japonca Kyoto’no. Türkçe -imiş Japon
Caymaz. Türkçe gitmişti Japonca 2 maçta Türkçe nedir ki Japonca nokta benzerlik
yalnız birçok Münferit sözcükte değil sistematik olarak yapıda.
Japonlar
Sinanoğlu’nun fikirlerinden çok etkilendiler. Öncesinde Türkiye’den haberleri
yoktu, tek bildikleri batıdan gelen iftiralar ve yalanlardı. Bunları bizim
halkımıza duymalı deyip büyük bir kültür Sarayı’nda halka açık konuşma
yaptırdılar. Japon gazetelerinde Profesör Sinanoğlu İpek Yolu’nun iki ucu
Türkiye ve Japonya yazılı ilanlar çıktı. Yalnızca dil değildi benzer olan,
kültürler arasında da Sinanoğlu pek çok benzerlik görüyordu. Çok geçmeden Türk
Dışişleri Sinanoğlu’nun Japonya özel elçi tayin etti Artık Türk Japon
ilişkileri için resmi bir sıfata sahipti.
Türkiye’de Yok Sayılmak
Oktay
Sinanoğlu bir süre sonra tamamen Türkiye’ye döndü ve Yıldız Teknik
Üniversitesi’nde hayallerini gerçekleştirmek üzere tüm bilgi ve birikimi ile
yeni nesillere faydalı olmaya başlamıştı. Ancak onun başta anadilde eğitim
fikri olmak üzere vatansever duruşu bazı çevrelerce hoş karşılanmıyor, bu
yüzden de yok sayılmaya çalışılıyordu…
“Ben
de zannediyorum ki ben bunlar için fırsatım. Öyle konular var ki dünyada herkes
gelmiş Yale’de de benden öğrenmiş; Rusya’sından, Doğu bloğundan, Avrupa’sından…
Ben(Türkiye’de) ayaklarına gelmişim,
yeni bir şey öğrenin, yapın. Yok. Yepyeni şeyleri, dünyada ilk defa
anlatıyorum, dışarıda herkesin benden öğrenmek istediği şeyleri Türkiye’de hem
de Türkçe anlatıyorum. Asıl ilgili olması gerekenler gelmiyor. Bu nasıl
işledir! Dedik. Yavaş yavaş fark ediyorum, aldırmıyorum ama tatsız. İlkel,
kafasız bırakılmış, kimliği kaybettirilmiş ülkelerde böyle olur. Ne eğitim ne
araştırma var. Her şeyin göstermeliği…”
Bye Bye Türkçe
Sinanoğlu
geri kalan ömrünü Türkçe bilinci oluşturmaya adadı. Çünkü o muhteşem bir bilim insanı olarak
bilimin ancak anadilde anlaşılıp anlatabileceğin biliyordu. Sadece bu kadar da
değil ona göre Türkçe matematiği olan benzerliğiyle gerçek bir bilim diliydi ve
bugün kelime türetmeye müsait olmayan yapısıyla İngilizce yetersiz kalıyordu.
“Türkçe’yi kaybedersek Türkiye’yi kaybederiz” diyen Sinanoğlu bize Türkçe’yi Bye Bye Türkçe kitabında adeta yeniden öğretti.
Çok değerli bir isim. Tanıyan, bilen çok ama daha da bilinmesi lazım. Kaleminize sağlık.
YanıtlaSilTeşekkür ederiz. Aynı düşüncedeyiz. İmkanımız olduğu kadar bu konuda gayret gösteriyoruz.
YanıtlaSil