Yunus Emre, sufi bir şairdir. Ama onu tek başına bu sıfatla tanımlayamayız. Çünkü tasavvuf, bir hâl ilmi olmasının yanı sıra aynı zamanda bir fikir sistemidir. Yunus da bu sisteme hem hâl hem de fikir planında bağlı bir sufidir. Bu bakımdan onu hem bir mutasavvıf hem de bir tefekkür şairi olarak tanımlamak doğru olacaktır. Yunus’un bir mutasavvıf mütefekkir olarak dayandığı kaynak ise bütün büyük sufîlerde olduğu gibi İslam’ın temel kaynaklardır.
Yunus’un bir mütefekkir olarak yaptığı şey ise, bu temel anlayıştan hareketle yaşanabilir bir “aşk felsefesi” kurmuş olmasıdır. Bu felsefe meselenin teorik tartışmalarıyla uğraşmak yerine gündelik, pratik davranışları hayata geçirmeyi gaye edinir. Başka bir ifadeyle yaşanabilir bir ahlak modelidir. İdeal insanı yetiştirmeyi hedef alır. Uzun vadede ise ideal toplumu hedefler.
Çünkü ideal insanlar yetişmeden ideal toplum da oluşamaz. Yunus’un yaşadığı zamanın olumsuz şartları hatırlanacak olursa böyle bir hedefin ne kadar önemli olduğu daha iyi anlaşılır. Yunus’u bir tefekkür insanı olarak burada farklı kılan diğer bir husus ise tasavvufa getirdiği bu özel yorumu Türkçeyle dile getirmek şeklinde gerçekleştirdiği özel sunumdur.
Aydınlardan çağlarının tanığı olmaları, olup biten hadiseler karşısında tavır almaları, olumsuzluklara karşı seslerini yükseltmeleri, eleştiri yapmaları ama bununla da yetinmeyip toplumlularının önünde bir ışık, bir rehber olarak onlara doğru yolu göstermeli beklenir.
Yunus’un bir mütefekkir olarak yaptığı şey ise, bu temel anlayıştan hareketle yaşanabilir bir “aşk felsefesi” kurmuş olmasıdır. Bu felsefe meselenin teorik tartışmalarıyla uğraşmak yerine gündelik, pratik davranışları hayata geçirmeyi gaye edinir. Başka bir ifadeyle yaşanabilir bir ahlak modelidir. İdeal insanı yetiştirmeyi hedef alır. Uzun vadede ise ideal toplumu hedefler.
Çünkü ideal insanlar yetişmeden ideal toplum da oluşamaz. Yunus’un yaşadığı zamanın olumsuz şartları hatırlanacak olursa böyle bir hedefin ne kadar önemli olduğu daha iyi anlaşılır. Yunus’u bir tefekkür insanı olarak burada farklı kılan diğer bir husus ise tasavvufa getirdiği bu özel yorumu Türkçeyle dile getirmek şeklinde gerçekleştirdiği özel sunumdur.
Aydınlardan çağlarının tanığı olmaları, olup biten hadiseler karşısında tavır almaları, olumsuzluklara karşı seslerini yükseltmeleri, eleştiri yapmaları ama bununla da yetinmeyip toplumlularının önünde bir ışık, bir rehber olarak onlara doğru yolu göstermeli beklenir.
Bilindiği gibi Yunus’un yaşadığı çağ, önce dışarıdan gelen saldırılarla sonra içteki kargaşalıklarla sosyal yapının çöktüğü, birliğin dağıldığı bir çağdır. Bu hengâme içerisinde toplumda adalet fikri kaybolmuş, hukuk ortadan kalkmış, güçlü zayıfı ezer hâle gelmiştir. Bu durum farklılıkları derinleştirmiş ve ortaya bir çatışma kültürü çıkarmıştır. Bu çatışma hem kişinin İlâhi olanla bağlarını koparması şeklinde ferdî hem de bireylerin birbirleriyle bağlarını koparması anlamında toplumsal bir mesele hâline gelmiştir.
Yunus Emre, çağının bu anlamda gerçek bir tanığıdır. Toplumun yaşadığı sorunların gerçekçi bir gözlemcisidir. O, bu ayrılığın, farklılığın hem bireysel hem de toplumsal boyutuyla ilgili olmuştur. Tasavvufta birlik fikrinin temel bir fikir olduğunu bilmekteyiz. Buna göre var olan her şey O’ndan, Allah’tan, gelmiştir. Her şeyi içten ve dıştan kuşatan Allah’tır. Bu yüzden kişinin, ayrılığı ortadan kaldırmak adına önce yeryüzündeki her şeyin Allah’ın eseri olduğunu bilmesi gerekir:
Yunus’un bütün hayatı, hakikati arama ve bulma yolunda uzun ve zahmetli bir yolculuğun destanıdır. Onu maddi gerekçelerle de olsa Hacı Bektaş kapısına gönderen duygu, açlık ve kıtlık yılında ailesine hatta yaşadığı köyün Halkına karşı hissettiği sorumluluk duygusudur. Çünkü kimi menkıbelerden Hacı Bektaş’a buğday istemek için gidişinin sadece ailesi adına değil aynı zamanda köylüleri adına olduğu anlaşılmaktadır.
Yunus, o çağın şartlarında yılmadan, usanmadan ve asla umutsuzluğa düşmeden, günler süren zahmetli bir yolculuğu göze alarak Hacı Bektaş Dergâhına varmıştır. Ailesi ve toplumu adına hissettiği bu sorumluluk duygusudur ki onu burada manevi bir nasiple de yüz yüze getirmiş kendisine “himmet” teklif edilmiştir. Çünkü Hacı Bektaş, “ulu nazarı”yla Yunus’taki iç zenginliği görmüştür.
Yunus’un yoldan geri dönüp himmete talip olduğunu söylemesiyle onun asıl yolculuğu başlamıştır. Bu yolculuk, buğdayları köyüne bıraktıktan sonra Tabduk Emre kapısına gelmesiyle birlikte asıl anlamını kazanmıştır. Zira, Yunus’un önünde artık sadece yollar değil yıllar vardır.
Uzun sürecek bir “seyr ü süluk” yolculuğu söz konusudur. Kemâl yolunda yürümek elbette zahmetlidir. Hikmetin yemişleri hemen devşirilmez. Önce benlikten geçmek, nefse ağır gelen işleri yapmak, gönlü saflaştırmak için ibadet ve taatla uğraşmak, günlük yaşamı bu ilkeler çerçevesinde sürdürmek kolay bir iş değildir. Hele bu yolun nihaî hedefinin Hakk’ı bulmak, tevhide erişmek gibi bir maksadı olduğu da düşünülecek olursa zahmetin derecesi daha iyi anlaşılır. Çünkü nefsi olgunlaştırmak yolunda verilen savaş, dünyanın bütün savaşlarından daha zordur.
Zahmet ve nimet… Yunus, bu nimete ulaşmak için zahmetin bütün safhâlarını yaşadı. Dergâhta nefsine en ağır gelen işleri yaptı. Nefsinin fısıltılarıyla kimi zaman umutsuzluğa düştü. Olgunlaşmayacağı endişesine kapıldı. Kimi zaman bir çiçeğe nazar ederek aldığı bilgelik dersiyle yeniden umutlandı. Gayretini artırdı. Asla yılmadı, usanmadı. “Ballar balını buldum” diyerek olgunlaşma sürecini sonunda tamamladı. Vakit tamam oldu. Dil çözüldü ve şiirler söylemeye başladı. Onun “usanmaz ozanlığı” ise asıl bu noktadan sonra gerçekleşti. Çünkü, nefsiyle yaptığı kişisel savaşı kazanmış sıra toplumsal savaşı kazanmaya gelmişti. O bakımdan Yunus’u kimi algı biçimlerindeki gibi bütün hayatı boyunca kendi içiyle meşgul, kendi derdi için inleyen, toplum ve hayat gerçekleriyle ilgisini kesmiş bir yoksul derviş olarak görmek hem Yunus’u hem de tasavvufu anlamamak olur. Eğer tasavvuf bu demek olsa idi Yunus Tabduk Dergâhı’ndan ayrılmaz, bütün ömrünü burada ibadet ve riyazât ile geçirirdi. Oysa sembolik olarak kırk yıl sürdüğü söylenen dervişlik çilesinden sonra şeyhi onu gurbete gönderir. Şüphesiz bu durum da dervişlik eğitimimin bir parçasıdır; ama aynı zamanda o dervişin artık “tebliğ” yapacak duruma geldiğinin de bir göstergesidir. Nitekim bu durum Yunus’ta da böyle olmuş, bu süreçten sonra “ilden ile, şardan şara” giderek inandığı, içselleştirdiği hakikati insanlara anlatmıştır.
Yunus’un derdi bu noktadan sonra kişisel bir dert olmanın ötesinde toplumsal bir derde dönüşmüştür. Çünkü çağının kendisinden beklediği bir ödev vardır. Halk uyandırılmaya, bilgilendirilmeye muhtaçtır. İnsanlar, karşılaştıkları sorunlar yüzünden umutsuzdur. Umutsuzluk ise içsel bir yaradır. Bu yarayı hiçbir ekonomi ve siyaset teorisiyle çözmek mümkün değildir. Bu yara ancak manevi bir tabibin iyileştirebileceği bir yaradır. Yunus da bu tabiplerden biri olarak kendinden beklenen görevi yerine getirdi. Çünkü Abdurrahim Karakoç’un da dediği gibi “Her kamil insan başkalarının sızısını da içinde duyar.”
Yunus Emre, bir “usanmaz ozan” olarak sorunların görünen yüzüne takılıp kalmadı. Onları ortaya çıkaran asıl sebeplerle ilgilendi. Temel sorun insanın fıtrî değerlerini yitirmesi, kendini ve dolayısıyla yaratıcısını unutmasıydı. Öyleyse bir hafıza tazelemesi gerekiyordu. Bu da insana kim olduğunu, niçin yaratıldığını, dünyada neden bulunduğunu anlatmakla sağlanabilirdi. Yunus, bunu yaptı. Doğru olanı doğru bir biçimde, güzel olanı güzel bir biçimde anlattı.
Onun söyledikleri, şiir olarak elbette son derece mükemmel ürünlerdir. Ama onu ne kendisi ne de seslendiği kitle, bir şair olarak gördü. Anlattığı hakikatlerden dolayı onu bir “Hak dostu” olarak kabul etti. Yunus da onlara Hakk’ın kulları olarak baktı. Her iki bakış da aynı noktada birleşince anlamak, anlatmak ve anlaşmak zor olmadı. Kitabî bilgilerle meselelere bakıp çözüm arayanların çaresiz kaldıkları bir ortamda o sözle iyileştirdi gönül yaralarını. Sözle sağladı toplumsal birliği ve dirliği. Kardeşlik bağlarını böyle kurdu. Böylece “manen ölmezler” safına katıldı.
Yunus, yaşadığı zamandan günümüze kadar kimliği itibariyle Halk nezdinde asla bir tartışmanın konusu olmadı. Halk onu kendileriyle müşterek inançlara sahip “Hak ve Halk dostu” bir mutasavvıf olarak benimsedi ve sevdi. Bu sevgi hiç eksilmedi hatta artarak devam etti.
İlim adamları, felsefeciler, sanatkârlar ve aydınlar nezdinde ise Yunus’un algılanış ve anlaşılma biçimi böyle olmadı. Mesela onunla ilgili ilk makalelerden birini yazan Rıza Tevfik onu panteist, hurûfî, Melâmî bir sufî olarak değerlendirdi.91 Bu değerlendirmeler, sonraki zamanlarda daha da çeşitlendi. İslam ve tasavvuf zemininin dışına çıkarılarak hümanist hatta sosyalist bir düşünür olarak bile ele alındı. Mesela Onat Kutlar, onu “proleterya, kol işçisi, Halkın baş kaldıran devrimcisi”, Tahsin Saraçoğlu, “laik hareketin ilk önderi”, Sabahattin Eyüboğlu “Kitapsız, tapınmasız, törensiz, kıblesiz bir inancın adamı” olarak niteledi.
Onun hümanist, mistik hatta devrimci bir kimlikle ele alınmasını da aynı açıdan değerlendirmek mümkündür. Millî Edebiyat devrinden itibaren gerek edebiyatta gerekse fikir hayatımızda tutunabileceğimiz tarihî kökler aramak en önemli meselelerimizden biriydi. Yunus, zengin fikir dünyasıyla bu anlamda hemen her düşünce sahibinin sarıldığı bir kök oldu. Dili, üslûbu, sanatı itibariyle ortak bir kanaatin oluşması zor olmadı ama fikirleri yönüyle durum böyle gerçekleşmedi.
Burada Mevlâna’nın meşhur fil tarifi hatırlanmalıdır. Bu tarifteki gibi eğer Yunus’a bütüncül bir bakış tarzıyla bakmazsak, onu bir ya da birkaç şiirinden hareketle yorumlarsak bütün bu farklı düşünceleri haklı çıkaracak yönler bulmak elbette mümkündür. Fakat ona bütüncül olarak baktığımızda bu iddiaların temelsiz kaldığı hemen görülecektir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
iyi ve güzel...