Dünyanın En Zor Sorusu


“En” diye başlayan her ne varsa mutlaka bir merak uyandırır. Merakı tetikleyen temel güdüler "En" ile ortaya çıkan meydan okuma, rekabete davet, karşılaştırma, hayranlık, kıskançlık vb duygulara hitap eden şeylerdir.

Dünyanın en zor sorusu diye ortaya atılan bir iddia karşılığında çözümünü bulma iddiasında olanları bulur. Böyle iddialı sorular peşinde yüzlerce yıl koşanlar olduğu bilinen konulardır.

Ancak bizim iddiamız ne bir Zeka oyunu ne bir matematiksel içeriği olan sorulardandır. Aslında sorunun cevabı çoğunlukla çok basit gerçeklere bağlıdır ve öyle zeka veya matematiksel bilgiler gerektiren bir şey değildir. Bizim iddiamız bu soru bırakın yüzlerce yılı binlerce yıl geçerliliğini sürdürmüş ve büyük bir ihtimalle benzer sürelerde de sürdürmeye devam edecektir.


Ya Sabır!



Anlaşıldı çocuklar, bugün sizden kaçış yok! Hikaye anlatılacak. Baştan uyarayım, bu her zamankinden biraz daha uzun. Dikkatlice dinlemenizi öneririm, sonunda sizden bir ricam olacak.

“Vurgun” desem çoğunuzun aklına ya bir zamanların meşhur şarkısı, ya da bir çeşit üç kağıt gelir, değil mi? Benimse zihnimde anılar canlanır, biraz hüzünlenirim.

Bakmayın şimdiki oturaklı halime! Bir zamanlar uçuk kaçık biriydim. Bu hikâye,  kendimi bulmak için çıktığım yolculuğun belki de en özel anıydı. Kendimi tanımamda, durulmamda bir dönüm noktası oldu. 

Bazen öyle anlar olur ki;  Zamanı durdurabilir, hatta ötesine bile geçebilir. Nadiren olur böyle şeyler. İşte, benim anlatacağım hikayede böyle bir şey.

Neyse lafı çok fazla uzatmayayım, hikaye yeteri kadar uzun zaten! Söze “O”ndan başlayayım, hikayenin asıl kahramanından;

“O” benim gibi sırtında çantası, nerde akşam orda sabah,  diyar diyar dolaşan bir yolcu değildi. Ben geçim derdi olmayan, güya kendini bulmak adına yollara düşen şehirli bir ukalaydım. “O” ise seçme şansı, şımarma hakkı olmayan, imkanları kıt taşralı bir oğlandı.

"O" , yazları okul harçlığını çıkarmak için, vakit geçirmeden işe koyulan; Hem dil öğrenip hem de tatil yapıyorum diye teselli bulan sebatkar temiz bir çocuktu.   

Keyfi kaçtığında, çalışma şevki azaldığında en fazla, iyot kokusunu derince içine çekip, denizin sonsuz maviliğine doğru “sabır” diye üflerdi. 

Çalıştığımız otel denize sıfır, beş yıldızlı tatil köyü idi. Burada on beş on altı saati geçen sürelerde, neredeyse hiç durmadan çalışıyorduk. Çalışma koşulları kötü, maaşlarda düşüktü. Bu yüzden, hep bir personel devir daimi oluyordu.İkimizde şartlardan memnun olmasak da, O zaman kaybı olmasın;Bense keyfine, muhabbetine çalışmaya devam ediyorduk.

Otel yaz boyu kalabalıktı. Personel sık değiştiğinden yük genellikle eski personelin üzerinde oluyordu. Eski dediğime de bakmayın, en eskimiz iki/üç aylıktı! 

Ne zaman eleman sıkıntısı olsa, eski çalışanlar sabahtan akşama nöbete kalırdık. Bu müdürlerin bulduğu tek çözümdü. Patronlar zaten bu işlere hiç karışmaz bütün işi onlara bırakırdı. Onlarda yüklenebildikleri kadar bizlere yüklenirdi. Tabii bunun da bir sınırı vardı; Geriye, kovsalar da gitmeyecek olanlarımız kaldığından bizlere fazla dokunmazlar, hatta saygı bile duyarlardı. Öyle ki büfelerden yemek-içmek yasak olmasına rağmen,  bu konuyu görmezlikten gelir, yakalanmamak kaydı ile o kadarlık bir ayrıcalık tanırlardı bize.


Postmodernizmin Arabesk Halinin Müslüm Gürses Üzerinden Tezahürünün Değerlendirilmesi


Postmodernizm denilince ilk aklımıza düşen tanım;

“Söylenilemeyenlerin,
 Söylenilmesidir”

oluyor.

Bu söylem klasik/yerleşik/rutin, yol/yöntem/araçlarla değil de, kendisine has, kendisine anlamlı biçimlerde yapılmaktadır.

Bunun en temel gerekçesi “Korku”dur.

Korku, egemen olan, baskın olan gücün hegomanyasından kaynaklanmaktadır. Bu sanatta, mimaride, bilimde, siyasette her alanda benzer durumdadır.

Fikrin, mesajın etkisinin muğlâklığı, şekilsizliği, benzemezliliği bundandır. “Asıl” olanın anlaşılmaması için bir çeşit oynamamalardan ibarettir; Şekille, sesle, kokuyla, tatla vb oynamalar...

Temel olarak “Anlam” dağıtılmış, farklılaştırılmıştır; Ancak içerdiği temel mesaj değiştirilmemiştir. Anlamın bütün olarak tamamlanması/algılanması zaman almış, zamansa “Korkulanın” etkilerini azaltmış, korku eşiğinin altında bir seviyeye çekmiştir.

Postmodernizme tepkiler öncelikle; Beğenmeme, anlamama, şaşırma, küçümseme gibi; Yok edici/boğucu değil de dışlayıcı biçimlerde olmuştur. Bu ise Postmodernizmin şansı olmuştur. Bu sayede doğmadan boğulmamış, yaşam şansı bulmuştur. Yaşam şansı ise ona zamanla anlaşılma, kabullenme ve değerlenme imkânı tanımıştır.

Postmodernizm aslında ifade arzusunun, gerçeği haykırma arzusunun hiçbir şart altında tutulamayacağının bir tezahürüdür. “Kral Çıplak” diye çocukça bir saflığa düşmeden görünenin farklı biçimlerde dışa vurumudur. İfade etmek, gerçeği haykırma güdüsü mutlak bir biçimde hayat bulur ve evrene kendisini bıraktırır; Anlaşılması, anlam bulması zor ve zaman alsa bile. Zaten burada ki ilk çıkış noktası anlam bulma değil, içinde kabaran ve tutulamayan bu mesajdan kurtulama/içinden atma güdüsüdür. Bir çeşit istiğfar da denilebilir aslında.

Bu öyle güçlü bir güdüdür ki “O” çok korkulandan bile baskın gelip, bu şekilde biçim/boyut değişikliği ile ifade imkânı bulabilmektedir. (Buradaki “O” dan kasıt belli bir otorite, kurum, kişi değil; Bu tepkilerin ortaya çıktığı şartlarda var olan egemen toplumsal normlar, algılar, kişiler, kurumlar, kurallar vb her ne varsa kasıt edilmektedir.)

Bu konuda ülkemizdeki en güzel postmodern çıkışlardan biri “Arabesk” olarak isimlendirilen kültürel biçimlerle olmuştur. (Benzer biçimde “Gecekondu” ve “Lahmacun” olarak tanımlayabileceğimiz kültürel çıkışları da dönemin Postmodern ürünleri olarak görmekteyiz.) Özellikle ilk ortaya çıkış ve en tepe noktasına vardığı (yuvarlak bir değerlendirme ile 80’ler olarak ifade edilebiliriz) yıllar açısından bu tür müzik tam olarak “Postmodern” bir çıkıştır. Çıkışın aracı müzik olmakla beraber beslendiği ve güçlendiği kaynak halk olmuştur. Tepki aslında halkın mesajını, ifadesini dile getiren çok güçlü bir yapıda tezahür etmiştir.

Dışlanması, küçümsenmesi, yasaklara maruz kalması açısından bakıldığında bile; Dönemin mevcut ortamının baskın/etkin gücüne karşı, bu biçimde bir çıkış postmodern etiketini gerektirmektedir.

Dönemin sosyolojik gelişmeleri incelendiğinde de toplumdaki değişimin sancılarının yansımaları bu müzik kültüründe çok açık bir biçimde görülmektedir.

Köyden şehre doğru gerçekleşen plansız, kontrolsüz ve hızlı göçün etkileri; Göç edenle, göç edilenin kültürel/ekonomik/politik şoklara neden olan şiddetli çatışmalara yol açan karşılaşmaları; Göç edilenin göç edeni kabullenmemesi, dışlaması, ezmesi, yok sayması; Göç edenin kimliğinden, varlığından vazgeçmemesi, geri adım atmaması, ısrarla yerleşik bir düzene geçme çabası bu dönemin en dikkat çeken, en güncel konularıdır. İşte arabesk göç edilenin baskın/dışlayıcı/dönüştürücü gücüne karşı bir postmodern yanıt oluşturmuştur.

Bakıldığında alışılmışın dışındadır, genel kabullere uymamaktadır. Kalıbı, biçimi, kuralları, değerleri yok gibidir. Bundandır ki sanatsal değeri, kültürel geçmişi, toplumsal birikimi hiç sayılmaktadır. Düzenli, bakımlı, modern bahçelerde ayrık otu gibi türemektedirler. Belki de biçilmemek, budanmamak, yolunmamak için bir kalıba, biçime, düzene girmemektedir.

Ancak bu bozuklukta, bu biçimsizlikte, bu değersizlikte bir mesaj taşımaktadır. Bu mesaj mesaja kapalı kanalarca algılanmasa da, yok yerine konulsa da; Mesaj bir tını, tını bir uğultu, uğultu bir nağme, nağme de bir “acı” olarak kitlelere ulaşarak; Onlardan bir sessiz çığlık olarak tüm toplumda yankılanmaktadır. Zaten halk nezdinde de bu tarafta bulunanlarda “Acıları Çocuğu”, “Acıların Kadını” gibi tanımların genel kabul görmesi “O Mesajın” özelliğindendir.

Bu yansıma, görülemeyecek, algılanamayacak bir biçimde değildir. Bu haykırış mesajın kaynağında ki korkuya neden olan kurulu düzene/korunmak istenilen düzene çok güçlü bir mesaj iletmektedir. İletilen mesaj, korkulan güçte, telaşa sebep olacak korkulara yol açmaktadır.

Zamanla korkular yüzleşilmeye; Yüzleşilmeler anlaşılmaya; Anlaşılmalar ise kaynaşılmalara yol açmıştır.

Kısaca müzikteki “Arabesk” çıkışı toplumsal rahatlamaya yol açan, toplumsal kaynaşmayı sağlayan “Postmodern” bir tepki olarak durmaktadır.

Bu yazıyı kaleme almamıza vesile olan Müslüm Gürses’in hayatını anlatan “Müslüm” filmi bu sürecin en güzel yansımasıdır. Müslüm Gürses’in hayat macerası “Arabeskin Post Modern” halinin birebir yaşanmışlığıdır, kendisidir. Bugün “Müslüm” filmi üzerinden toplumda oluşan etki/tepki biçimleri incelendiğinde kaynaşmanın hayat bulmuş hali görülebilmektedir.

Bu kaynaşmanın etkinliği, günümüzde etkisini kayıp eden “Arabesk” olarak nitelendirilen yeni ürünlerin azlığından da görülebilir. Korkuların azalması, toplumun büyük çoğunluğu ile kaynaşması bu tarz mesaj ihtiyacını azalttığından bu biçimdeki ürünlerde de azalma yaşanmaktadır.

Benzer bir dönemin, yeni ortaya çıkmaya başlayan “ağ kültürü” ile yetişen teknoloji kurbanı neslin; Var olan geleneksele dönüşen günümüz baskın toplumu arasında yaşanılacağını düşünmek fazla uzak bir ihtimal olmasa gerek.

Gün gelir bu toplumsal sürtüşme nasıl, hangi biçimde gerçekleşir bilinmez ama temennimiz, sonu bu şekilde az hasarlı bir kaynaşma ile neticelenir olmasıdır.

Yapay Zeka: Hızdan Başka Ne Var ki!


Bu günlerde dikkatimizi yoğun bir biçimde "Yapay Zekâ" güzellemeleri çekiyor. Hız, kolaylık, tasarruf, güvenlik, güvenilirlik, hatasızlık, kesinlik gibi kilit kelimeler ile bu işin insanlara sunumu harika bir biçimde yapılıyor. Bu konuda yazdığımız bir yazı sonrasında İnternet ortamında bir gazetede röportaj formatında bir reklam yazısına denk geldik. Bu yazıyı büyük bir merakla ve büyüdükçe büyüyen sorular ile okuduk. Soruların çıktığı noktalara işaret koyup, yapabildiğimiz kadar soruları peşinen altlarına ekledik.

Peki diye başlayan bu sorular çoğaldıkça çoğaldı ve ayrı bir yazı olacak büyüklüğe vardı. Hem, sorular ile birlikte ilgili yazıyı burada paylaşmayı hemde sorular yazısını ayrı bir sayfada paylaşmayı işe yarar bularak planlamayı bu biçimde yaptık. Aşağıda okuduğumuz yazıda, oluşan soruların ayrı bir yazıya dönüşmüş hali bulunacaktır. Yazının en altında ise bu sorulara yol açan açıklamalar yer almaktadır. İyi okumalar dileriz.

Yetenekleri artan Yapay Zeka, işleri hızlanan işverenler, kesin kararlar alan her ikisi! 

Yetenekleri gerileyen insanlık, hıza kurban giden insanlık, kesin kararlara maruz kalan insanlık!

Bu gelişmelerin nereye varacağını kestirmek istersek nasıl bir sonuca varabiliriz? Bu kadar kısa bir yaşam sürecinde başa çıkılamayan bu hız, yetenekleri azalan insanlık ve geri dönüşü olmayan kararlar neticesinde insan, hangi ara yaşamın keyfine varacak, insan olmanın tadını çıkaracak?

Daha verimli ve daha güvenli bir hayat sürebiliyoruz iddiasının gerçek hayattaki karşılığı nedir? Her tarafı güvenlik duvarları, kameralar, şifreler vd ile örülü bir hapishane mi; Yoksa güvenli, özgür, rahat, keyifli açık şehirler, açık evler, açık dükkânlar mı? Binlerce kilidin, binlerce şifrenin, binlerce aracın, binlerce şüphenin tutsağı insanlık mı? Birbirine güvenen, kilide, şifreye ihtiyaç duymayan bir insanlık mı? 

Kolaylık denilenler hayatı daha da zorlaştırıyor mu? Güvenlik denilenler hayatı daha da tehlikeli bir hale mi getiriyor? Niye kendimizi, toplumumuzu, yaşamlarımızı güvensiz addedip bunu cihazlar üzerinden kendi gardiyanımızı, kendi hapishanemizi, kendi güvensizliğimizi yaratıp üstüne üstlük birde buna para verip, buna mahkûm bir düzen kurmaya çabalıyoruz ki? Neden birbirimize güveni tesis edip, kendimizi bu cendereden, bu yabancılaşmadan, bu tutsaklıktan alıkoymuyoruz?


Gelecek yapay zekâda mı?


Bu günlerde dikkatimizi yoğun bir biçimde "Yapay Zeka" güzellemeleri çekiyor. Hız, kolaylık, tasarruf, güvenlik, güvenilirlik,hatasızlık, kesinlik gibi kilit kelimeler ile bu işin insanlara sunumu harika bir biçimde yapılıyor. Bu konuda yazdığımız bir yazı sonrasında İnternet ortamında bir gazetede röportaj formatında bir reklam yazısına denk geldik. Bu yazıyı büyük bir merakla ve büyüdükçe büyüyen sorular ile okuduk. Soruların çıktığı noktalara işaret koyup, yapabildiğimiz kadar soruları peşinen altlarına ekledik. Peki diye başlayan bu sorular çoğaldıkça çoğaldı ve ayrı bir yazı olacak büyüklüğe vardı. Hem sorular ile birlikte ilgili yazıyı burada paylaşmayı hemde sorular yazısını ayrı bir sayfada paylaşmayı işe yarar bularak planlamayı bu biçimde yaptık. Aşağıda ilgili yazı ve eklemeleri bulunurken, bir sonraki yazıda ise soruların ayrı bir yazıya dönüşmüş hali bulunacaktır. İyi okumalar dileriz. iyiturks

Gelecek yapay zekâda mı?

Yapay zekâ (Artificial Intelligence/ AI) son yıllarda sıklıkla gündeme gelen bir konu. Geçmiş senelerde yapay zekâ konusunda bir takım adımlar atılmıştı, ancak belirli sınırlar vardı. Gelişen teknolojiyle birlikte bu sınırlar artık aşılıyor. Böylece yapay zekâ veya kısaca AI, artık iş hayatından günlük hayata kadar yayıldı. Hatta uzmanların açıklamalarına göre önümüzdeki dönemlerde yapay zekâda daha da önemli gelişmeler yaşanacak.

Daha önce bilim kurgu filmlerinde sıklıkla gördüğümüz, ama şu anda kullandığımız akıllı telefonlardan birçok cihaza kadar kendine yer bulmuş olan yapay zekâ tam olarak neler sunuyor? Daha neler başka neler olacak? Bu ve daha fazla sorunun cevabını Microsoft Türkiye Kamu Sektörü ve Kamu Yatırımlarından Sorumlu Genel Müdür Yardımcısı Dr. R. Erdem Erkul verdi. Erdem Erkul ile keyifli ve bilgilendirici bir röportaj gerçekleştirdik.

Soru: Teknoloji hızlı şekilde gelişiyor. Mesela cep telefonları özellikle son 10 yıl içinde ne hale geldi. Artık telefon olmaktan çıktılar ve birer bilgisayara dönüştüler. Bununla birlikte otomotiv ve diğer alanlardaki gelişmelere de şahit oluyoruz. Fakat yapay zekâ diğerlerinden daha farklı görünüyor.

Yapay zekânın getirdiği yenilikler hepimizi, şirketleri ve kamu kuruluşlarını yakından etkiliyor. Yeteneklerimiz artıyor, işlerimizde hızlanıyoruz, daha kesin kararlar veriyoruz ve özellikle halk sağlık ve emniyet gibi kamusal konularda hızlı ve etkili sonuçlara varıyoruz. Yapay zekânın sağladığı kolaylıklar sayesinde daha verimli ve daha güvenli bir yaşam sürebiliyoruz. (Peki: Yetenekleri artan Yapay Zeka, işleri hızlanan işverenler, kesin kararlar alan her ikisi! Yetenekleri gerileyen insanlık, hıza kurban giden insanlık, kesin kararlara maruz kalan insanlık! Bu gelişmelerin nereye varacağını kestirmek istersek nasıl bir sonuca varabiliriz? Bu kadar kısa bir yaşam sürecinde başa çıkılmayan bu hız, yetenekleri azalan insanlık ve geri dönüşü olmayan kararlar neticesinde insan hangi ara yaşamın keyfine varacak, insan olmanın tadını çıkaracak? Örneğin, sağlık kuruluşları hasta bakımını iyileştirmek, toplum sağlığı sorunlarına hızlı yanıtlar vermek ve sağlık maliyetlerini düşürmek için yapay zekâya dayalı çözümler kullanmaya başladılar. Sağlık görevlileri yapay zekâya dayalı çözümlerimizle, hasta gizliliğini, tanıyla ilgili bilgileri ve eylemlerin önceliğini yönetebiliyor. Kanser gibi hayati tanılar daha keskin bir şekilde karara bağlanıyor. Bu çözümler tüm hastaneye hatta tüm sağlık sistemine yayıldığı zaman, veri güvenliği eksiksiz olarak sağlanmış oluyor ve sürekli gelişen ve öğrenen sistemlerle sağlıkta daha kesin kararlar alınabiliyor. (Peki: Hep daha hızlı daha hızlı daha hızlı şeklinde önceleme yapıyoruz. Niye daha hızlı daha hızlı daha hızlı olmak durumundayız? Daha hızlı olmanın sonu nereye varıyor? Daha hızlı olmanın zorunluluğu neye dayanıyor? Bu hızın bir sonu var mı? Hız mecburiyeti, hız fetişizm bize nelere mal oluyor, neleri kaçırıyoruz? İnsanların en hassas olduğu yerlerden sağlıktan örnek veriliyor. Haha hızlı olmak hastalıkları azaltıyor mu, tedavileri kesin bir sonuca ulaştırıyor mu? Yoksa hayatı bir mezbahaneye mi çeviriyor? Hızla hasta ol, teşhis konsun, tedavi ol, ve çekil kenara. Hızın hayatımızdan götürdükleri nedir? Bu kadar hızlı yaşam yaşam mı? İnsan hangi hızdan sonra insanı yanlarını, dünyevi olanları yitiriyor? İnsan limitli olan yaşamını bu hıza neden kurban etmek zorunda kalıyor? Hastalıkta, sağlıkta, yaşamda ölümde, başarı da başarısızlıkta insana özgü, dünyevi yaşama ait olanlar; Bunları hıza bağlı kılıp, Yapay Zekaya kattığımızda insan ne kadar insan, dünya ne kadar dünya kalabilecek?) Diğer yandan, dünyanın çeşitli yerlerinde, trafik sıkışıklığını azaltmak için video ve görüntü tanıma teknolojileri kullanıyor. Ya da, Hac zamanında olduğu gibi, bilekliğe gömülü kimlik işaretleri gibi çözümlerle büyük kalabalıkların güvenliği sağlanabiliyor.

Miskinlik Tuzağında Yapay Zekanın Kucağına Sürüklenen İnsanlığı Bekleyen Trajik Son


“Yapay Zeka” konusundaki en önemli korkulardan biri, “Ya bu cihazlar insanlığı kontrol altına alırsa, ne olur?” sorusu  altındaki endişeli yığınlardır.

Bu korkuların gerçeğe dönüşebilmesinin öncelikli ihtiyacı, yapay zekanın ilerlemesinden çok, insanlığın fiziksel, bilişsel ve düşünsel seviyelerinin gerilemesi, sönümlenmesi ve işlevsiz hale gelmesidir.

İnsanlık, kolaycılık hastalığı/düşkünlüğü nedeni ile  akla gelebilecek her şeyi cihazlara yaptırma meylinde olduğundan, sahip olduğu pek çok işi/uğraşı elinden/zihninden/iradesinden bırakma/bıraktırılma durumuna gelmiştir. Bu süreç hızlanarak devam eden/edecek bir ivmededir. Bunun neticesinde bırakın insanlığın ilerlemesini, mevcut birikimlerinin de yitirilmesine sebep olmaktadır/olacaktır.

Kolaycılık/düşkünlük/tembellik ile başlayan bu süreç; Ekonomik bir değer kazanması ile kurumlarca maddiyatçı bir zihniyetle sahiplenilip, kurumsal bir hüviyete kavuşarak, zamanla hiçbir işte, hiçbir kararda insana rol kalmayacak, güven duyulmayacak noktaya ulaşacaktır. Hiçbir eylemde, uygulamada, kararda insanın esamesi bile okunmayacaktır. İnsani olan ne varsa bu mekanizmalarda devre dışı kalacaktır.

Öncelikle her şeyleri cihazlara yaptırmanın konforuna tav olan insan, zamanla düşünme, karar verme gibi yetilerini de işlevsiz bırakacaktır. Zamanla gerilemeye/unutulmaya başlanılan pek çok maharet, insanın ve insanlığın kendine güvenini kayıp etmesine ve bir süre sonrada bu güvensizliğin kemikleşmiş bir inanca dönüşmesine neden olacaktır.

Gün gelecek insan/insanlık hemen hemen her konuda kendini katı suretle “Güvenilmez” addedip bu alanların tamamında alınan tüm kararları, uygulamaları kendi iradesi ile “Yapay Zeka” tarafına teslim etmeye başlayacaktır.


Foton Nedir?

Elektromanyetik adı verilen dalgaların toplam enerjisini meydana getiren enerji parçacıklarına, foton adı verilmektedir. Elektromanyetik dalgalar, kendisini bir noktadan başka bir noktaya taşırken bu taşıma işlemi foton şeklinde taşınmayla olmaktadır. Bu dalgaların uzaydaki hızı, ışık hızı ile aynıdır. Zaten elektromanyetik dalgalar ışık hızıyla birlikte ilerlerler.
Fotonlar bu dalgalarla birlikte taşınmaktadır. Foton enerji parçacığının durağan haldeki ağırlığı sıfıra eşittir. Fakat fotonlar kütlesi sıfır olmasına rağmen kütle çekiminden etkilenme özelliğine sahiptirler. Fotonların çevreye veya bir noktaya yayılımları dalgalar şeklinde meydana gelmektedir. Fotonlar, dalgalar halinde boşlukta yayılırken etkileşime dalgalar halinde giremezler. Etkileşime sadece parçacıklar halinde girebilirler. Foton enerji parçacığının enerjisi, fotonun frekansına bağlı olmaktadır.
Einstein’in İsmini Koyduğu Fotonlar
Tarihte foton enerji parçacığının geçmişi incelendiğinde, ışığın dalga mı yoksa parçacık mı olduğu, 19. yüzyılda tartışılmaktaydı. Bu tartışmalar, bilim adamlarının çalışmaları eşliğinde yürüyor ve çeşitli deneyler yapılıyordu. Bu dönemde, bilim adamları çeşitli kuramlara sahipti fakat bazı deney sonuçları bilim adamlarının kuramlarıyla eşleşmiyordu. İlerleyen dönemlerde ise Max Planck adlı bilim adamı, ışığın dalga boyu şeklinde değil de enerji parçacıkları halinde düşünülmesinin gerektiği kuramını ortaya attı. Bu kuram, aynı zamanda bilim adamına 1918 yılında Nobel Fizik Ödülünü de kazandırarak, bu konuda büyük ilerleme kaydedilmesini sağladı. Daha sonraki dönemde ünlü fizik ve bilim adamı Einstein, fotoelektrik etki denilen kuramını açıklamış ve ışığın parçacık yapıda olduğunu söylemiştir. Einstein, kuramında ışığı makineli tüfekten çıkarak ilerleyen kurşuna benzetmiş ve bu ışık parçacıklarına foton ismini vermiştir.

Işınlama Hayal Değil: Bir Adım Sonra....

Haziran 2017 tarihinde ne yapıyorduk, gündemimizde ne vardı pek çoğumuz gibi bizde hatırlayamıyoruz. Demek ki o tarihlerde ne dünyayı ne bizleri  derinden etkileyen bir şeylere tanıklık etmemişiz.

Ama o günlerde dünyanın pek çok şanslı kişisi, kurumu, ileride dünyayı etkilemiş en önemli gelişmelerden birisi diye anılacak olan bir olaydan haberdar olma imkanına sahip olmuşlar.

Bu çok önemli gelişmeden bizler tesadüf eseri [kuantuma ters görünse de :)] ancak Ekim 2018 de haberdar olabildik.

Geçte olsak bu haberi ve peşinen ilgili bir kaç bilgiyi bir araya toplayarak sizlerle paylaşmak istedik. Umarız ilginizi çeker ve okumanız sonunda sizlere olumlu etkiler katabilir. iyiturks

Çinli bilim insanları, bir nesneyi ilk kez Dünya yörüngesine ışınlamayı başardı
1990'ların başında, bilim insanları kuantum fiziği ile teleportasyonun mümkün olabileceğini sadece hayal edebiliyordu.
O zamandan bu yana, teleportasyon dünya çapındaki kuantum optik laboratuvarlarında standart bir işlem haline geldi. Hatta, geçen yıl, iki ayrı ekip dünyanın ilk kuantum teleportasyonunu bir laboratuarın dışında gerçekleştirdi.
Şimdiyse, Çin'deki araştırmacılar süreci bir adım ileriye taşıdı ve Dünya'daki bir fotonu 500 kilometre uzaktaki bir uyduya başarıyla teleport ettiler.
Micius adı verilen uydu, yerden ışınlanan tek fotonların kuantum durumlarını algılayabilen oldukça hassas bir foton alıcısıdır. Micius, bilim adamlarının dolanma, kriptografi ve ışınlama gibi kuantum becerilerini test etmelerini sağlamak için uzaya fırlatılmıştı.
Bu teleportasyon çalışması, bu deneylerin ilk başarıyla sonuçlananı olarak kabul edildi. Ekip yalnızca yerden yörüngeye ilk nesneyi teleportlamakla kalmadı, aynı zamanda uydu ile yer arasındaki ilk kuantum ağı oluşturarak ve dolanmanın ölçüldüğü en uzun mesafe rekorunu kırdı.
Çinli ekip MIT Technology Review’a verdiği bir röportajda, "Uzun mesafeli ışınlama, büyük ölçekli kuantum ağları ve dağıtılmış kuantum hesaplamaları gibi protokollerde temel bir unsur olarak kabul ediliyor. Önceden gerçekleştirilen uzak mesafeli teleportasyon deneyleri optik fiberlerde ve karasal boşluklarda kaybolan fotonlar nedeniyle 100 kilometrelik bir mesafe ile sınırlıydı,” dedi.
Teleportasyon Denince Aklınıza Ne Geliyor?
Kuantum ışınlama, kuantum dolanmasına dayanıyor. Kauntum dolanması bir grup kuantum nesnesinin (foton gibi) uzayda aynı noktada ve anda oluşmasına verilen ad. Bu şekilde, nesneler aynı varlığı paylaşır. Bu paylaşılan varoluş, fotonlar birbirlerinden ayrıldığında dahi devam eder - yani birindeki bir ölçüm, aralarındaki mesafeye bakılmaksızın, diğerinin durumunu etkiler.
Bu bağlantı, bir foton ile ilişkili bilgiyi başka bir fotona dolanmış bir link üzerinden "indirerek" kuantum bilgilerini iletmek için kullanılabilir. İkinci foton, ilkinin kimliğini alır. Böylece ışınlanma gerçekleşir.
Bu deneyde, Çinli ekip yeryüzünde dolanmış çift fotonlardan saniyede yaklaşık 4.000 tane olacak şekilde yarattı.
Daha sonra ekip, bu fotonlardan birini uyduya gönderdi ve eşini yerde tuttu. Ekip yeryüzündeki ve yörüngedeki fotonları, dolaşmanın gerçekleştiğini doğrulamak için ölçtü.
Bu teknolojinin bazı sınırlamaları olduğunu belirtmek önemli. Mesela büyük şeyleri teleporte etmek, şu anda mümkün değil.
Teorik olarak, maksimum ulaşım mesafesi olmasa bile, dolanma oldukça kırılgandır ve bağlantılar kolayca kopabilir.
Bu sınırlamalara rağmen, bu araştırma, kuantum teleportasyon konusundaki daha iddialı çalışmaların yolunu açtı. Ekip, "Bu çalışma, küresel ölçekte kuantum internete doğru büyük bir adım, ve ultra-uzun mesafeli kuantum teleportasyon için ilk yolu çizdi" dedi. (Kaynak:1)


Türkiye'nin ilk elektrikli itfaiye aracı için geri sayım


İlkokul mezunu olan İsa Tecim, 1972'de askerlik görevi sırasında Kastamonu'da bir ev yangınına tanık oldu. Engelli bir kadınla torununun can verdiği yangında bölgede itfaiye bulunmaması nedeniyle yaşananlardan etkilenen Tecim, itfaiye aracı üretmeye karar verdi.
Askerlik dönüşü bu işe yönelen Tecim, Volkan İtfaiye Sanayi adıyla 1974'te kurduğu şirkette önce küçük çaplı araçlar üretti, zamanla büyükşehir belediyelerinin taleplerini karşılar hale geldi.
Firma, geçen sürede uçak yangınlarına müdahale etmek üzere sınıfının en üstün kapasiteli itfaiye araçlarını geliştirdi.
Havaalanları, büyük sanayi tesisleri ve rafinerilerdeki yangınlar için de özel tasarımlar yapan şirket, iç pazar liderliğinin ardından ilk ihracatını 2002'de Dubai ve Pakistan'a yaptı.
Halen 40 ülkeye itfaiye aracı ihraç eden, üretim çeşitliliği ve kapasitesiyle sektöründe dünyanın en büyük 4 üreticisi arasında gösterilen Volkan İtfaiye, 2,5 milyon avroluk devlet desteğiyle 60 metrelik kurtarma ve söndürme merdiveni geliştirdi.
Son olarak havaalanları için yerli şasiyle 8x8 çift motorlu itfaiye aracı geliştiren şirket, Türkiye'nin yanı sıra Endonezya ve Arnavutluk'daki havaalanlarına satış yaptı. Firma, Hindistan, Malezya, Fas ve Tayland'daki havaalanları için ise satış görüşmelerine başladı.
Şirketin İzmir'in Torbalı ilçesindeki fabrikasında bir yandan İstanbul Yeni Havaalanı için uçak söndürme araçları yetiştirilmeye çalışılırken diğer yandan tamamen yerli elektrikli itfaiye aracıyla ilgili Ar-Ge çalışmaları devam ediyor.
Katma Değeri 10'a Katladı
Volkan İtfaiye Yönetim Kurulu Başkanı Tecim, AA muhabirine yaptığı açıklamada, canların itfaiye aracı olmaması nedeniyle yitirilmemesi için girdiği sektörde ticari kaygılardan çok insanlara faydalı olma inancıyla çalıştığını söyledi.

Türkiye'de bir ilk! Adana Şehir Hastanesinde başladı


Adana Şehir Hastanesinde yeni doğan bebeklerin kaçırılmasına ve karışmasına karşı çipli Pembe Takip Kod Sistemi uygulanması başlatıldı. Türkiye’de ilk defa uygulanan sistem Amerika’da ‘Sağlıkta En İyi Radyo Frekansı ile Tanımlama Teknolojisi (RFID) Çözümü’ ödülü aldı.
Adana’da uygulanmaya başlayan Pembe Kod Takip Sistemi ile yeni doğan bebeklere ve annelerine çipli bileklikler takılıyor. Bilekliğin takılmasıyla annenin bulunduğu odadan bebek çıkarıldığı an hareket sensörlerinin devreye girmesiyle alarm çalıyor, servis kapıları otomatik kilitleniyor, güvenlik güçlerine giden acil kodlu mesaj ile güvenlikler alarm çalan servise yönlendiriliyor.
Kadın Hastalıkları ve Doğum Kliniği İdari Sorumlusu Doç. Dr. Raziye Narin, uygulamadan hem hastalar hem de çalışanların son derece memnun olduğunu iş yoğunluğundan dolayı ‘gözden bir şey kaçacak’ endişesini artık yaşamadıklarını söyledi. Doç. Dr. Raziye Narin, Adana Şehir Hastanesinde bebekler için çok yüksek güvenlik önlemleri aldıklarını kaydederek, “Pembe kod uygulamamızda annelere doğum yaptıkları andan itibaren hem kendi kollarına hem de bebeklerinin kollarına özel cihazlar içeren, çipli bileklikler takmaktayız. Öncelikle annenin bilgilerini içeren, içerisinde özel cihaz olan pembe bir bileklik hazırlanıyor. Bu cihazla birebir eşleştirdiğimiz bebek için hazırlanan yeşil renkli cihazımız var. Bunun içerisinde de bebek takip sistemi adı verilen özel bir sistem var. Bunu da bebeğin koluna ya da ayak bileğine takıyoruz” dedi.
Türkiyede bir ilk Adana Şehir Hastanesinde başladı
Sistemin bebeğin koluna taktıktan hemen sonra aktive olduğunu belirten Doç. Dr. Narin, “Aktive olduktan sonra da bebek için güvenli bir alan belirleniyor. Bu alan bebeğin doğduğu, annenin içinde kaldığı oda. Bu oda içerisinde çeşitli hareket sensörleri var. Bu sensörler bebeğin hareketlerini hemen algılıyor. Eğer anne odada tek başınaysa, lavaboya gittiğinde veya uyuya kaldığında bile bebeğin asla habersiz bir şekilde odadan dışarı çıkarılması söz konusu olmuyor. Bu nedenden dolayı anneler de çok mutlu oluyor” diye konuştu.
Doç. Dr. Raziye Narin, Bebeğin dışarı çıkarıldığında hareket sensörlerinin bebeğin hareketlerini algıladığını vurgulayarak, “Tüm birimlerimize uyarı sinyalleri gidiyor. Servisin tüm kapıları kapanıyor. O anın kamera görüntüleri monitörlere yansıtılıyor. Tüm güvenlik birimlerini derhal sinyalin geldiği bölgeye intikal ediyorlar. Böylece bebeğin habersiz bir şekilde anne odasının dışına çıkarılması engellenmiş oluyor” ifadelerini kullandı.
Şehir Hastanesi Bilgi Teknolojileri Yöneticisi Mesrur Sölpüker de çipli bileklikler ile RFID teknolojisi üzerinden bebek kaçırma önleme eyleminin en yüksek teknolojiyle uygulandığını söyledi. Sölpüker, Adana Şehir Hastanesinde kurulan sistemin Amerika’da ‘Sağlıkta En İyi RFID Çözümü Ödülü’ aldığını belirterek, “Çipli uygulamamız donanım ve yazılım olarak yüzde 100 ülkemizde üretilmiştir. İlk defa Şehir Hastanelerinde uygulanan bir sistemdir. Bebeklerimiz bu sistemle, en son teknolojiyle korunmaktadır” dedi.
Yeni doğum yapan anne Safiye Taş ise kendisine ve bebeğine çipli bileklik takılmasının ardından uygulamadan çok memnun olduğunu söyleyerek, “Çok güzel bir uygulama. Bebeğimle kendimi daha güvende hissediyorum. Tebrik ediyorum” ifadelerini kullandı.