Evliliği Neler Yorar?


Uzun yıllardır bildiğimiz, eşlerden birinin diğerine yahut her iki eşin birbirine kötü davrandığı ve ne yazık ki çoğu zaman sonunda ayrılıkla neticelenen “şiddetli geçimsizlik”, yerini yorgun evliliklere bıraktı. Eşlerin hem fiziksel hem de duygusal anlamda dünyalarını ayırması, aynı çatı altında farklı hayatlar yaşamaya başlaması şeklinde çıkıyor karşımıza; evlilik yorgunluğu denen şiddetsiz, sinsi, usul usul geçinememe hâli.

Öyle bir evlilik düşünün ki eşler arasında muhabbet, yerini sessizliğe bırakmış; Beraber keyifle yaşanabilen her şey tükenmiş; odalar, televizyonlar ayrılmış; tatile, alışverişe, akraba ziyaretine birlikte gidilmez olmuş; evlatları hakkında dahi konuşulacak bir çift laf kalmamış… Eşler birbirleriyle aynı evi paylaşıyor ama hayatı paylaşmaktan vazgeçmiş, iletişim kesilmiş, sohbet etmedikleri gibi sorunlarını çözmek için dahi konuşamaz olmuşlar… İşte bu şekilde birbirlerinden fiziksel, zihinsel ve duygusal manada uzaklaşmış, birbirine yabancılaşmış çiftlerin evliliğine yorgun evlilik diyoruz.

Evliliği Yoran Sebepler

* Uzun süredir çözülemediği ya da altından kalkılamadığı için artık konuşulmayan problemler.

* Uzun süreli ya da sık sık tekrar eden küslükler.

* Eşlerden birinin duygusal, fiziksel, ekonomik ihtiyaçlarının karşılanmaması; ihtiyaçlar karşısında diğer eşin duyarsızlığı.

* Gerçek dışı beklentiler sonucunda gelişen derin hayal kırıklıkları.

* Affedici olmamak, geçmişte yaşanmış haksızlıkları hep canlı tutmak.

* Aile mahremiyetine riayet edilmemesi, yuvaya özel güzelliklerin ya da sıkıntıların çeşitli yollarla sürekli vitrinde tutulması.

* Kişinin kendi ailesinin olumsuzluklarına odaklanırken kapalı kapıların ardında ne yaşadıkları hakkında fikri olmayan başka hayatlara, başka ilişkilere özenmesi.

* Eşlerden birinin işkolikliği, ev işlerini takıntı hâline getirmesi gibi sebeplerle ailece keyifli vakit geçirmeye fırsat bulamamak.

* Ailenin; birlikte sofraya oturma, aile büyüklerini ziyaret etme, çeşitli sebeplerle kutlamalar yapma, hediyeleşme gibi aile bağlarını sağlamlaştıran rutinler geliştirememiş ve kendine özel bir sistem kuramamış olması.

* Aile kurallarının çok katı ya da çok esnek olması sebebiyle eşlerin birbirinden uzaklaşması.

Yorgun Evliliğin İlacı Nedir?

“Yoranlar” listesi uzatılabilir. Yorgunluğun çaresi dinlenmektir, ancak unutulmamalıdır ki dinlenmek bir eylemsizlik hâli değildir. Dinlenmek; yoranı terk etmek, iyileştirici başka bir eyleme geçiş yapmaktır. Her ailenin çözümü kendine özel olmakla beraber genel geçer iyileştiricilerden bazılarını sayalım:

* En ilham verici on terapist arasında gösterilen John Gottman’ın 1’e 5 kuralı, yorgun evlilikler için iyileşme yolunda ilk adım olabilir. Gottman diyor ki; “Mutlu bir ilişkide çiftler birbiri ile tartışırken negatif bir cümle sarf ettikten sonra birbirleri ile ilgili en az beş tane olumlu cümle kurmaktadırlar. Eşinize bir olumsuz şey söylediğinizde bunu telafi etmek için arkasından beş tane olumlu cümle söylemeniz gerekir.” Doğrusu bu öneri bana kadim ilaçlarımızdan birini hatırlatıyor. Âlemlere rahmet olarak gönderilen Peygamber Efendimiz (s.a.s.) yüzyıllar ötesinden bu sırrı söylemişti bize: “Kötülüğün peşinden iyi bir şey yap ki onu yok etsin. İnsanlara karşı güzel ahlaka uygun biçimde davran.” (Tirmizî, Birr, 55.)

Çocuklar Süper Kahramanları Neden Sever?

Temel özellikleri açısından bütün edebî eserlerdeki karakterlerle benzeşse de süper kahramanlar, sıradan insanların ulaşamayacağı güçlere sahip olmaları ve bunları toplum yararına kullanmaları açısından diğer kurgu karakterlerden ayrılır. Bunlar dışında süper kahramanların her zaman kazanmaları, iyilerden yana kötülere karşı olmaları, ilgi çekici kostümler giymeleri, yaptıkları kahramanlıkların sıradan insanlara ilham vermesi de ortak özellikleri arasındadır.

Bu özelliklere çizgi karakterin, süper kahraman olma yolunda geçirdiği değişimi de eklemelidir. Bütün süper kahramanlar bir değişim geçirirler. Bu değişim hikâyeye kurgusal bir zenginlik katarken, çizgi karaktere de hikâyenin merkezîne yerleşme olanağı sağlar.

Çocukların İç Dünyası

Çocuğun çevresine bağımlı olarak hayatını sürdürür. Bu bağımlılık ilişkisi yaşamsal temel ihtiyaçların temini, sevgi ve güven gibi birçok duygusal desteği barındırır. Nasıl yürümek ve konuşmak için desteğe ihtiyaç duyuyorsa kendini güvende hissetmek için de desteğe ihtiyaç duyar. Ve çocuğun kötü ve olumsuz durumlarla baş edebilmek için aradığı yardımcı ve destek ihtiyacını süper kahramanlar karşılayabilir. Örneğin bir korkusuna karşı süper kahramanlar aracılığıyla ek bir psikolojik bariyer daha edinmiş olabilir.

Süper kahramanlar, çocuğun karşısında kötü ve olumsuz durumla baş edebilen bir örnek oluştururken bedensel bütünlükleri, fiziksel üstünlük ve yeterlilikleri ile güç ve mükemmeliyet duygusu da verirler. Çocuk, güçlülerin yanında olma duygusuyla süper kahramanla duygusal bir yakınlık kurar.

Değerler


Her şeyi yasalar ile, yasaklar ile, cezalar ile düzenlemek, yönetmek, engellemek mümkün değil. Kişiler, toplumlar değerler, inançlar, normlar nezdinde kendi düzenin, kendi sağlığını daha kolay ve daha uygun bir biçimde sağlar.

“Değerler” olarak bir başlık altında toplanan temel davranış biçimleri bu konuda çok çok önemlidir. Yakın dönemde ilk öğretim seviyesinde müfredata da dahil olan bu konu eğitim sistemimizin en temel noktalarından olmalıdır. Bir toplum için öncelik mesleğinde en iyileri teknik manada yetiştirmek değildir; Öncelik mesleğinde iyi insanları yetiştirmek olmalıdır. İyi insan yaşamını da işini de iyi yapacaktır.

Temel düzeyde “Değerler” anlamında eğittiğimiz, bilinçlendirdiğimiz, içselleştirdiğimiz kişilerden muhakkak ki iyi hekimler, iyi hukukçular, iyi tüccarlar, iyi mimarlar, iyi öğretmenler, iyi zanaatkarlar ve daha niceleri çıkacaktır. Yoksa dünyanın en kolay işidir, işin ehillerini yetiştirmek. Zor olan bunları iyi insanlar olarak yetiştirmektir.

Günümüzde ortaya çıkan ve bir artı değer olarak sunulan meslek etikleri furyası temel olarak bu eksikliğin sonucudur. Meslekler kendi kendini deforme eden, saygınlığını düşürten mensuplarla dolup taşmaktadır. Bunu engellemek içinse şekil olarak var olmak dışında pek bir işlevi olmayan bu etik kriterleri belirleme, deklare etme vb duyurular hiçbir işe yaramamaktadır ve yaramayacaktır da. Çünkü bu iş işin en başında çocuğun yetiştirilme aşamasında mayasına, harcına katılarak temel sağlam olarak atıldığında mümkün olabilmektedir. Sonradan kazanılacak bir şey değildir.

Bu eksiklik ve bunun doğurduğu olumsuzluklar ile ne yasalar, ne kriterler ne de benzer herhangi bir uygulama başa çıkabilir. Olacak olan güvensiz bir toplumdur.

Başta da söylediğimiz gibi ne mutlu ki bu konuda anaokulu seviyesine kadar inen bir eğitim çalışmaları var. Bizde elimizden geldiğince bu konuda ki temel değerleri çeşitli biçimlerle sayfalarımıza taşımaya çalışacağız. Bu konudaki yayınlarımızı "Değerler" başlığı ile ayrı bir yerde toplayacağız.  İlgilenen her kim olursa faydalı olması dileğiyle.

Bir Çocuğun Anıları Geleceğinin Mimarıdır.


Şöyle bir kendinizi yoklasanız ve hatırlayabildiğiniz en eski anınıza ulaşmak için kendinizi zorlasanız ne kadar geriye gidebilirsiniz? Bu geriye gidişin yaklaşık olarak iki yaşlarımıza kadar uzanabileceği söyleniyor fakat yapılan araştırmalar, durumun pek de öyle olmadığını gösteriyor aslında.

Bu konuda çalışan uzmanlar, insanın iki çeşit hafızası olduğunu söylüyorlar. Bunlardan biri "örtük", diğeri ise "açık hafıza."

Örtük hafıza, beyin yapısının gelişimi ile birlikte bilinçsiz bir şekilde zihnimize yerleşmiş bilgilerden oluşuyor. Yani bir bebek, annesinin karnında büyümeye devam ederken de duyduğu, hissettiği bütün bilgileri hafızasına işlemeye başlıyor. Böylece doğduğunda bazı sesler daha tanıdık gelebiliyor. Bu durum doğum sonrası ve hatta bir yaşam boyu devam ediyor. Bu kaydın çok farkında olmuyoruz belki ama beynimiz bu alt mesajları işliyor. Örneğin annesinin huzursuzluğu, gerginliği ve mutsuzluğu içinde büyüyen bir bebek, içselleştirdiği, "kendini rahatlatamayan, tutmakta zorlanan" parçayla beraber sakinleşmekte zorlanabiliyor.

Yaklaşık bir yaş civarında, beyindeki "hipokampus" bölgesinin gelişimiyle beraber açık hafızamız devreye giriyor.

Açık hafıza ise öğrendiğimiz ve bilinçli olarak hatırlayabildiğimiz durumları içeriyor. Bu, çocuğun ailesinden ya da okuldan bilgi olarak öğrendiği rengin kırmızı olması gibi parkta görüp sallandığı salıncağın kırmızı renkte olduğunu hatırlaması şeklinde de olabiliyor.

Sorunlar Örtülerek Değil Yüzleşerek Çözülür

Hafızamıza işlenen bu bilgiler, anılarımız ve bu anılar içinde kurduğumuz bağlantılar, yeni yaşam deneyimlerimiz için de belli bir temel oluşturuyor. Bunu bir örnekle şu şekilde açıklayabiliriz: Mesela evlerinin bahçesinde arkadaşlarıyla oynayan bir çocuk düşünelim. Oyun sırasında pencereden çıkan beyaz saçlı, gözlüklü bir amcanın onlara gürültü yaptıkları için kızıp bağırdığını, çocukların da bundan çok korktuğunu farz edelim. Bu olay çocukların hafızalarında birkaç şekilde işlenebilir:

- Bahçede gürültü yaparsam azar işitirim bu nedenle daha sessiz olmalıyım.
- Amcanın bir anda bağırması beni çok korkuttu; ya yine bağırırsa? En iyisi hiç çıkmayayım.
- Beyaz saçlı ve gözlüklü amcalar tehlikelidir, onlardan uzak durmam gerekir.
- Bu amca çok kızdı ama geçen gün de bana şeker vermişti. Arada bir kızan arada bir seven bir adam demek ki…
- Korkumun üstesinden ancak korkutarak gelebilirim bu nedenle bu amcayı daha çok kızdırıp ne olacağını göreyim.

Oktay Sinanoğlu'nın Newyork Rüyası


Bir yaz günü uyuya kalmışım. Kendimi, rüyamda önceleri epey vakit geçirmiş olduğum Newyork şehrinde buldum . Aradan uzun yıllar geçmiş, 2050'li yıllara gelmişiz. Broadway'den aşağıya yürüyüp meşhur Times meydanına vardım. Gözlerim aşina olduğum koskoca Amerikan sigarası, Amerikan arabası reklamlarını arıyordu. Evet gene o kocaman, dev bina büyüklüğünde reklamlar vardı. Fakat hayret, gözlerime inanamayıp bir daha baktım. Bir ulu binanın tüm yüzünü kaplamış dev levhada. Türkçe olarak(!) Nefis Rize Çayı. İşte Hakiki Çay yazıyor. Yazının yanında lale biçimli, ince belli, cam bardakta tavşankanı bir çay resmediliyordu. Sadece en dipte küçücük harflerle İngilizce olarak Drink Real Tea eklenmişti.

Caddede sağıma soluma bakınarak biraz daha ilerledim. Dükkânların isimleri dikkatimi çekti. Rahat Shoes, Dilber Giyim Fashi0n, Sultan Ahmet Leather, World
Gezim gibi yarısı Türkçe yarısı İngilizce isimler çoğunluktaydı.

Bir de Türkçe Merkez lafı, iyiden iyiye İngilizce Center sözcüğünün yerini almış görünüyordu. Büyük, görkemli bir binanın üzerinde yanıp sönen ışıklarla Türkçe olarak Alışveriş Merkezi yazılıydı. Car Merkezi, Flower Merkezi, Furniture Merkezi, Hair Merkezi,... merkezi de merkezi .. . Amerika'da her yanı bir merkez lafıdır kaplamış gidiyordu.

Az ötede bir gazete dergi bayiine rastladım. Amerikan basın hayatında acaba nasıl değişmeler olmuş diye bir göz attım. Hatırladığım Amerikan dergileri yerine yepyenileri çıkmıştı. Kâğıtları daha parlak, renkleri daha canlı idiler, ama garip, galiba hepsi Türk dergileri idiler, çünkü adlan Güncel, Hareket, Vurgu, Hanım kız, Görüntü gibi Türkçe adlardı. Birkaç tanesini karıştırdım. Yoo, bunlar Amerikan, İngiliz dergileri idi. Ancak içlerinde kullanılan dil çok tuhaftı. Mesela, İngilizce güzelim Media lafı dururken pek sık Basın-Yayın sözü geçiyordu. Bir de Türkçe Seçenek lafına anlamlı anlamsız ne çok rastlanıyordu öyle. Pek açık seçik, keskin bir sözcük olmamakla beraber, İngilizce Alternative'e ne olmuş sanki. Anlaşılan Amerika'da Türkçe sözcükler kullanmak moda olmuş diye düşündüm.

Acaba niye? Yoksa kullananlara Anglo-Sakson oldukları için bir aşağılık duygusu mu gelmişti? Nasıl olur?

Oktay Sinanoğlu'ndan Türk Gençlerine Unutulmaz Tavsiyeler



* Türkiye’de adet haline gelmiş göstermelik işlerden kaçının.

Temel gayeleriniz ufak çıkarların ötesinde kendinizin dışında, bu ülke, bu Ulus, Türk dünyası, Avrasya, insanlık için olsun. Yüksek hedefiniz için çalışın.

* Maddiyat ve maneviyatı dengeleyin. Formülü Bilim+ Gönül’dür. Bu iki kanadın biri eksik olursa ne kendinize, ne ulusumuza, ne de insanlığa hayrın dokunur.

* Dış ülkelerden, onların yerli kuyruklarından medet ummayın. Gayeleri bize yardımcı olmak değil Türk adını tarihten silmektir. Dünyanın neresinde olursanız olun kimliğinizi, Türk dilini, Türk tarih bilincini, binlerce yıllık gelenek ve inançlarınızı kaybetmeyin. Dış ülkelerde ne kadar kimliğinizi kurarsanız yabancılar da size o kadar itibar edecektir.

* Başkasını taklit etmeyin, kendi yolunuzu çizip azimle yürüyün.

* Eğitimde önce bir meslek, gerçek bir beceri, bir altın bilezik sahip olmaya bakın.

* Ne yaparsanız yapın, en iyisini yapın. Siyasetçinin, bilimcinin en kötüsü olunacağına; tamircinin parmakla gösterilen en iyisi olmak iyidir.

* Türk okuluna, yani derslerim Türkçe olarak verildiği okullara gidin. Konuları ezbere değil derinini sorgulayarak, çözerek öğrenin.

* En sevdiğiniz işlerle uğraşmanızı sağlayacak bir meslek bir dal seçin. Meslekte yararlı olacak bir yabancı dili ayrıca öğrenin. Ancak yabancı dili Türkçe kitaplardan anlayarak öğrenir.

Bilim dili matematiktir, matematiğe ağırlık verin.

*Türk edebiyatının her türlüsünü, ulusunu ve ülkesini sevenlerin yazdığı Türk tarihini okuyun. Unutmayın ki Türk olmak bir kafa ve gönül meselesidir.

*Türkçe; kültürü ile dili ile Ata sevgisi ile Türk’tür. Soy sop meselesi karıştırarak o her şeyimizi borçlu olduğumuz şerefli atalarımızı karalamaya çalışan düşmanların kitaplarına, yargılarına, karalarına kulak asmayın. Kültür genleri ırk genlerinden daha önemlidir.


Türk Einstein’ı Oktay Sinanoğlu'un Olağanüstü Farklı Yaşamı


Akla ne işle uğraşacağını gönül öğretir. Gönül gelişmezse akıl kötülüklerle uğraşır.
Onun için düsturumuz Bilim+Gönül’dür.”

Elinde İtalya’dan kalma antika siyah bir bavulla çıktı Sıhhiye’deki evlerinden. Ceketinin yakasında Atatürk rozeti, içindeyse annesinin diktiği beş liralık bir altın vardı. “Ne olur ne olmaz yanında bulunsun…”

Yola koyuldu sap sarı saçlı, gözlüklü, dahi çocuk. Hiç bilmediği bir diyara, Amerika’ya, Mizzuri Üniversitesi’ne doğru… Henüz 18’indeydi ama yaşından epey küçük görünüyordu.

Gidiyordu.
Bir gün aklı da yüreği de daha da güçlü bir “Oktay Sinanoğlu” olarak geri dönmek için gidiyordu…

Oktay Sinanoğlu’nun hayatı İtalya’nın Bari şehrinde, 25 Şubat 1935’de başladı. İtalya, başkonsolos olan babasının o günlerdeki görev yeriydi. Gurbet çok sürmedi. II. Dünya Savaşı’nın başlamasıyla 1939’da ailesiyle memlekete döndü. Türkiye’ye geldiğinde biraz İtalyanca biraz da Fransızca biliyor ama bir kelime dahi Türkçe bilmiyordu. Ancak gün gelecek hayatı bir Türkçe savunucusu olarak geçecekti.

Çok geçmeden hayatı derin bir acıyla sarsıldı. Henüz 6 yaşındayken babasını kaybetmişti. Ölüm, 6 yaşındaki bir çocuğa nasıl anlatılabilirdi ki! Bu yüzden Oktay’a babasının İtalya’ya göreve gittiği söylendi. Birkaç yıl boyunca buna inanarak babasına mektuplar yazdı durdu küçük Oktay. Annesi ve halası da sözüm ona bu mektupları postaneye gidip gönderiyordu. Cevap gelmemesine de oradaki savaşı bahane ediyorlardı. Bir gün mahallenin çocukları onla alay edip “senin baban öldü” diyene kadar da bu oyun sürdü. En nihayetinde annesi ve kız kardeşi Esin ile baş başa kalmıştı ve bundan sonra onları zorlu bir hayat bekliyordu.

Başarılı ve Haylaz Çocuk

Annesi yazarlık ve çeviri yaparak evini geçindirmeye ve çocuklarını okutmaya başladı. Bunu da çok iyi başardı. Ankara’da burslu olarak TED Kolejine giren Oktay, çok başarılı bir öğrenciydi. Zekâsı çok geçmeden öğretmenleri tarafından da fark edildi.

“1. sınıftayken sayıları öğrendim. Mesela bir sayfa 2 yazacaksın. Aa 2’yi ters yazmışım derken yazmayı öğrendim. Derken o senenin sonuna doğru bir öğretmen geldi beni sınıftan ödünç alarak 5. sınıfa götürdü. Tahtaya aritmetik bir şey yazmış, bana sordu. Ben de tahtada çözdüm. Sonra sınıftakilere döndü dedi ki 1. sınıftan bu çocuk yapıyor siz ahmaklar bir şey yapamıyorsunuz…”

İlkokulda Erdal diye haylaz bir çocukla arkadaşlık ediyordu. Erdal yalnız haylaz, Oktay ise haylaz ama başarılıydı. Gel gelelim Oktay’ın başarılı oluşundan pek de haberi yoktu. Ona soru veriyorlardı o da sadece çözüyordu. Erdal ile Oktay oyun oynamanın yanında birlikte gazete çıkarmaya, kitap yazmaya da kalkıyorlardı. Hatta bir keresinde bir roman yazmayı dahi denediler.

“Erdal benim Sanço Pançom gibi.  3. sınıfta roman yazmaya karar verdik ikimiz. Türkçe öğretmenine götürdük okudu. Dedi ki ‘Roman 40 yaşından sonra yazılır. Bir sürü tecrüben olur da ancak öyle. Bu yaşta yazılır mı?’ Öğretmen bir kova su döktü, bıraktık.”

Samimiyetin Gücü: Q

Çığır açan başarının iş birliğine daha da bağlı olduğu bir zamanda yaşıyoruz. “Yalnız deha” dönemi artık geçmişte kaldı. Fakat bu trend beraberinde şu soruları getiriyor: İş birliği yapmanın en iyi yolu nedir? Mükemmel kreatif bir ekip kurmanın veya olmanın bir sırrı var mıdır?

Northwestern Üniversitesi’nden sosyolog Brian Uzzi, 1945-1989 yılları arasında Broadway’de sahnelenen her müzikalin arkasındaki kreatif ekiplerin etkileyici bir analizini yaptı. Cole Porter’dan Andrew Lloyd Webber’a 2 bin 100 sanatçı arasındaki iş birliklerini ve arkadaşlık bağlarını kaydedip incelemeye başladı. Uzzi’nin bu araştırma için müzikalleri seçmesinin bir sebebi vardı; kreatif sonuçlar çıkaran grup çalışmasının bir modeli olduğuna inanıyordu. “Kimse tek başına bir Broadway müzikali yapamaz.” dedi ve sebebini açıkladı: “Prodüksiyonun varlığı çok sayıda farklı yeteneğe bağlı.” Bestekâr; şarkı yazmak için şarkı sözü yazarı ve müzikal metin yazarına muhtaç. Koreograf ise devamlı yapımcılardan yorum alan yönetmen ile birlikte çalışmak zorunda.

Uzzi’nin ilk keşfi, Broadway’de çalışan insanların unsurları birbiriyle son derece bağlantılı bir sosyal ağın parçası olmasıydı. Batı Yakası Hikâyesi’nin müzikal metin yazarı ile Kediler’in koreografı arasında bir bağlantı bulmak için pek de uğraşmanıza gerek yok. Uzzi daha sonra her müzikal için bu bağlantıların yoğunluğunu ölçerek bunu puanlamanın yolunu aradı ve Q adını verdiği bir değer ortaya attı. Buna göre Q miktarı, müzikalde çalışan insanların “sosyal samimiyetini” yansıtıyor; yani Q seviyesi ne kadar yüksekse grup içerisindeki yakınlık hissi de o kadar güçlü oluyor. Uzzi’nin sorduğu sorular son derece basit: Q ve teatral başarı arasında tutarlı bir ilişki var mı? Grubun yapısı, üretilen işi nasıl etkiliyor?

Kimle evlenirsen evlen 3 ay sonra göz ayırmıyor, 3 ay sonra yürek ortaya çıkıyor


Son zamanlarda okuduğumuz en samimi, en duygusal ve en komik sahici bir röportaj. Bu güzel satırları burada paylaşmak ve sizlerinde anlarına güzel tatlar bırakmasını istedik. Röportajı yapanın, röportajı verenin ellerine, ağızlarına sağlık. Dileriz ömürleri istedikleri güzelliklerle dolar. İyi okumalar dileriz.

12 milyondan fazla seyirciye ulaşan ‘Ayla’ ve ‘Müslüm’ filmlerinin yapımcısı Mustafa Uslu’nun kendi hikâyesi de film gibi… Tokat Zile’de 13 yaşında mahalle sinemasında afişçi olarak çalışmaya başlayan, bir dönem TSK’da subay olarak görev yapan Uslu’nun en büyük hayali ise Oscar almak. Ayla ile bu hedefine yaklaşan Uslu, yeni çekeceği ‘Bi Umut’la Oscar alabileceğini de belirtiyor.

Gerçek öykülerden yola çıkan yapımcı Mustafa Uslu... Dijital Sanatlar’ın kurucusu. Son dönemin en çok izlenen filmleri Ayla ve Müslüm’de onun imzası var. Türkiye’de sinema sektörünün farklı tartışmalar yaşadığı dönemde çıkış yakalayan Mustafa Uslu, yalnızca 2 filmiyle 12 milyonun üzerinde seyirciye ulaştı. Uslu, kamuoyunda ‘mısır tartışması’ olarak bilinen yapımcı ve salon işletmecileri arasındaki tartışmayı farklı bir boyuta taşıdı. Uslu, “Kimse 30 kuruşluk mısırın 12 liradan satılmasını konuşmadı. Herkes ‘ben daha fazla pay almalıyım’ tartışmasına girdi” dedi. Uslu ile sıfırdan zirveye çıkış öyküsünü ve sinema sektörünü konuştuk...

Milyonlarca kişi gitti filmlerinize. Gerçek yaşam öykülerinden yola çıkıyorsunuz. Siz kimsiniz?

İşçi bir anne babanın çocuğuyum. Tokat Zileliyim. Annem babam tarlalarda çalışırlardı. Kolay olmayan bir hayattan geliyorum ama mutluyduk. Babam tarlada çalışırken kaza oluyor ve iki ağabeyimi kaybediyorum.

Çok acı. Siz kaç yaşındasınız o zaman?

Ben onları hiç tanımadım, çünkü o acılar üzerine doğmuşum. Rahmetli annem Mustafa’nın adını bana vermiş. O dönemde hiçbir şey yok. 2 evlat acısını annem Zile’de yazlık Aykut Sineması’na giderek atmaya çalışıyor.

Film tutkunuz annenizden mi geliyor?

Evet. Annem Melek’in dünyası filmler. Her filmi 5 kere izlerdi annem. Ben 13 yaşında afişçi oldum.

Sektöre çok erken adım atmışsınız...

Küçüktüm. Boynuma bir tahta takılırdı. O tahtaya asılan arkalı önlü afişle sokakları gezerdim. Önümde arkamda afişle filmleri anlatırdım. Afişler üzerinden hikâye yazardım. Kadınlar, anneler benim yorumlarıma bayılırdı. Afişlere bakıp hayaller kurardık. Yavuz Turgul’un filmlerini beklerdik. Kemal Sunal, Şener Şen’in her filmini izlerdim. Sonra hayatımıza Rocky, Rambo girdi. Ben yıllarca o sinemada her işi yaptım. Annem mahallenin tüm çocuklarını da götürürdü sinemaya. Bahçeden topladığı salatalıkları çocukların eline tutuştururdu. Okuma yazması olmayan bir kadındı. Annemle 15 yaşına kadar müthiş bir sinema serüveni yaşadık.

Külkedisi Gibiydi

Annenizi merak ettim... Sinemacı olduğunuzu gördü mü anneniz?

Maalesef göremedi. 3 kız, 2 erkek kardeşi vardı. 6 çocuklu bir ailenin çocuğuydu. Annem ailenin en çirkini. Benim saf babam greyder sürücüsü. Sivas’tan Tokat’a geliyor. Ve babam teyzem Fikriye’ye aşık oluyor. Babamın teyzeme aşık olduğunu dayılarım duyuyor ve babamı dövüyorlar. Ceza olarak da babama “sana Melek’i vereceğiz” diyorlar. Babam istemiyor. Babamı ahıra bağlıyor dayımlar. Gece annem babama kuru ekmek götürüyor ve babam annemin ona bakmasından etkileniyor. Tamam diyor ve apar topar imamı çağırıp, evlendirip “hadi gidin” diyorlar. Ama babam greyderle yola çıkıyor, tüm arkadaşlarına “güzel bir kadına aşık oldum” diye anlattığı için Sivas’a gidemiyor. Dayılarımı ikna ediyor ve bir göz oda veriyorlar onlara.

Siz bunları nasıl öğrendiniz?

Yürekli bir kadın annem, bunları bana annem anlattı. ‘Kimle evlenirsen evlen 3 ay sonra göz ayırmıyor, 3 ay sonra yürek ortaya çıkıyor’ derdi babam. Sonra TSK’ya girdim, subay oldum.

Sektörüne nasıl girdiniz?

TSK’da görev yaparken de reklam senaryoları yazıyordum. Omuriliğimin çok yakınından kurşun yarası aldım. Tedavi oldum. Ayrıldım TSK’dan, kendi şirketim Dijital Sanatlar’ı kurdum. Reklamcılık yapıyordum, klip çekmeye başladım sonraları. Sonra sinema sektörüne girmek istedim. Nefes filmi de zaten subay olarak yaşadıklarımdan ilhamla ortaya çıktı.

Bilet ve mısır kavgası yaşandı. Siz bu tartışmanın neresindesiniz?

Seyirci oradaki kavgayı anlayamadı. Kimse kutusu dahil 30 kuruşa mal olan mısırın 12 liradan satıldığını sormadı. Bu tartışılmadı. Oradan ne kadar pay alacağız kavgası yapıldı. Oysa dünyanın hiçbir yerinde ürettiğiniz ürünün 40 katı fazlasına satmanız çok fahiş bir fiyattır. Bu kavga Türkiye’nin 7. sanatına zarar verdi.

Sizin de sinema salonlarınız var değil mi?

Ben kendi adıma gurur duyuyorum. Türkiye’de 7 Melek sineması var. Annemin adına sinemalarım, onun anısına. Melek Sinemaları’nda biletler 10 lira, mısır 2 lira. Gidip oturunca film başlıyor. Biz de para kazanıyoruz. Bilet ve mısırdan ne kadar pay alacaklarının yerine keşke mısır ve bilet fiyatlarının düşürülmesi konuşulsaydı. Sinemanın çocukları sinemaya en büyük ihaneti yaptılar.

Bazıları Sırtını Tv’ye Dayıyor

Orgazine İşler Sazan Sarmalı henüz vizyondayken Netflix’e girdi. Bu tip girişimler de seyirciyi sinema salonlarından uzaklaştır mıyor mu?

Ayla da Netflix’te ama vizyonu bittikten ve bir süre geçtikten sonra girdi. Vizyondaki filmlerin verilmesi bence yanlış. Daha önceden anlaşma olmuş olsa bile bu hukuksal olarak çözülebilir diye düşünüyorum. Türkiye’deki vizyonu bittikten sonra, hatta 6 ay sonra diye bir ibare var. Bu yapılmalıydı.

Türkiye’de sinema sektörüne baktığımızda en çok gişe yapan filmler devam filmleri. Sizce bunun nedeni ne?

Şahan Gökbahar, Yılmaz Erdoğan, Cem Yılmaz ve Mahsun Kırmızıgül devam filmlerini çekiyor. Baktığımızda geçtiğimiz 10 yılda sinema filmi olarak çok da bir şey üretilmedi. Dizi karakterlerinden esinlenerek öyküler çekildi. Türkiye sinema sektöründe bazı yapımcılar TV kanallarına sırtlarını dayıyarak yaşıyor. Bazıları da risk alıyor.

Hayalime Ayla İle Yaklaştık

Yeni film projeleriniz var. Müslüm kadar ilgi çeker mi Naim Süleymanoğlu?

Naim Süleymanoğlu muhteşem bir hikâye. Müslüm tüm zamanların en çok izlenen filmi oldu. Naim “Türkiye için yapılacak çok şeyim var” diyor. Naim’in inanılmaz bir aşk hikâyesi de var. Ben Mavi Saçlı Kız’ın da hikâye haklarını aldım. ‘Bi Umut’ da çok özel bir iş olacak.

Engelli çocuğa bakan annenin hayatı, Binnur Kaya oynayacak değil mi?

Evet. Antalya’da geçen, Gülsüm annenin Rus asıllı engelli Umut’u çocuklarıyla birlikte bakmasının öyküsü. Karpuz tarlalarında, Manavgat Şelalesi’nde geçiyor. Rusya’da da çok izlenecek bir film olacak.

Hayaliniz Oscar mı?

Kesinlikle hayalim Oscar. Ayla ile yaklaştık. Bakın Ayla filmi bize çok şey de öğretti. O dönemi çocuklarımız öğrendi. Süleyman Dilbirliği diye bir amca okul müfredatına girdi. Mahsuni, Aşık Veysel’in hikâyesi çekilmeli, Neşat Ertaş da  Zeki Müren de bu ülkenin bir değeridir.Yakında bir filmimiz daha olacak. Ben hayvanseverim. Hasan Kızıl, Hayat Tamircisi’nin hikâyesinden de çok etkilendim. Onu da çekeceğiz. Dumlupınar’ı da çekeceğiz.

Mustafa Uslu Kimdir?

1974 Tokat doğumlu Mustafa Uslu TSK’da subay olarak görev yaptıktan sonra 1999 yılında Dijital Yapımevi Film Prodüksiyon Şirketi’ni kurdu. O günden bu yana reklamlar, filmler, televizyon ve müzik videoları, kamu hizmeti reklamları üretti; prodüksiyon değeri yüksek gerçek hikâyeleri sinemaya taşıdı. Amerikan FOX ENT.-Atlantic firmalarının başarılı TV dizisi TYRANT’ın İstanbul’daki çekilen bölümlerinin yapımını gerçekleştirdi.

“Ara”, “Nefes: Vatan Sağ olsun”, “Memlekette Demokrasi Var”, “Hayati Tehlike”, “Sarıkamış Çocukları”, “Bekar Bekir” sonrası Türkiye’nin Oscar Adayı, uluslararası ödüllü ve Türkiye’de tüm zamanların en çok izlenen ikinci dram filmi “Ayla”, Türkiye’de tüm zamanların en çok izlenen dram filmi “Müslüm”, Çiçero ve 15 Mart’ta sinemalarda vizyona girecek olan “Türk İşi Dondurma” filmlerinin yapımcısı.