Her Kelebeğin Bi Rüyası Var

“Hepsi zamanın sonsuzluğunda özgürlüklerine kavuşmuş kelebeklerdir. Kanatlarında umut zerrecikleri taşıyan, zaman yolcuları”  diyerek bir kelebeğin kanatlarına yüklenen umutlar 2012 ağustosunda hayalden gerçeğe doğru uçmaya başladı.
Gezegenimizin en hassas en narin ve en güzel yaşayanı kelebek, günümüzde yine popüler. Sevgiyi, hassasiyeti, kırılganlığı güzelliği, geçiciliği ve de en önemlisi hayatın kısalığını ve değerini anlatabilmede çok önemli bir imge.
Sevgiliye adanan “lool” isimli şiir kitabı da yolculuğuna kelebek kanatlarına yüklediği umutlarla başladı. Edebi dünyada var olabilmenin, yol alabilmenin zorluğunu ve imkansızlığının farkında olan yazar yine de “Kelebek etkisine” olan inancı ile bir titreşim, bir ses ile bir iz bırakabilmeyi hayal etti sonsuzluklar evreninde.
Kitabın hayalperest yazarı Ercan Z. Gedik ile yapılmış olan ve Sokak Kitapları edebiyat dergisi aralık 2012 sayısından yer alan röportajın bir kısmını paylaşmak istiyoruz:
Dergi: Yazmak sizin için ne ifade ediyor? Güçlü bir dürtü mü? Hayatınızın olmazsa olmazı mı? Ya da başka bir şey…
 E.Z.G:  Sanırım bir dürtü. İçimizde kaynayan bir yaşam pınarı olduğuna inanıyorum. Benim için yazmak bu pınardan taşanlar. Bir şekilde kağıt ve kalemle buluşarak dış dünya ile irtibat kuruyorlar. Güçlü olması için, ekstra bir gayret sarf etmiyorum. Kendi gidişatına bırakıyorum. Çünkü bu gücü kontrol edememekten çekiniyorum ve hayatımın kontrolünün bende kalmasını istiyorum. Tabii ki şimdilik bu böyle...

Dergi: Türk ve dünya edebiyatından kendinize örnek aldığınız yazarlar, şairler var mı? Onlardan ne şekilde etkilendiniz, ya da istifade ettiniz?
E.Z.G: Bu konuda biraz takıntılıyım. Etkilenmemek ve kendi yazım stilimi mümkün olduğu kadar özgün bir biçimde oluşturup, sağlamlaştırabilmek adına böyle bir tercihim yok. Yalnız “Ağlasam sesimi duyar mısınız mısralarımda” diyerek beni derinden etkileyen Orhan Veli’nin yeri farklıdır bende.

Dergi: Edebiyatın diğer sanat dallarıyla olan ilişkisini nasıl değerlendiriyorsunuz? Bir yazar olarak sinemayla, resimle, heykelle, müzikle nasıl bir yakınlığınız, bağınız var
E.Z.G: Tüm sanat dallarının oluşumu bana göre insanlığın kendini ifade etme dürtüsü iledir. Bundan dolayı iç seslerin sanatla hayat bulup evrene yayılması amaç yönünden ortak noktalarıdır diye düşünüyorum. Bu ifade biçimleri kişisel yeteneğe dayalı olduğundan farklı kollara ayrılmıştır. Resim ve heykel yapabilmeyi çok isterdim ne yazık ki bu konuda çok yeteneksizim. Müzik konusunda ise içindeki sesler son yıllarda çok melodik ve ritimli çıkmaya başladı. Bunun neticesinde bestelerim meydana geliyor. Ne gariptir ki nota bilgim olmadığından sadece ritim ve melodi ile içimdeki sesleri dışa vurmaya çalışıyorum. Bu şekilde hayat bulan 20’ye yakın bestem var.

Dergi: Bir seçme şansı verilse hangi yazarın hangi eserini yazmış olmayı isterdiniz?
E.Z.G: Kafamda böyle bir soru olmamıştı. Daha çok, böyle bir soruda verilecek yanıt olabilecek bir kitabı yazabilmeyi düşlerim. Şimdi düşününce, aklıma gelen ilk kitap Trevanian’ın “Şibumi” isimli kitabı. Okuduğumda, bu kadar kapsamlı ve farklı bilgiyi, bir romanda böyle ustaca kullanabilmesine şaşırmış ve hayran kalmıştım.

Dergi: Edebiyatın, hayatın her katmanındaki insan için gerekli olduğunu düşünüyor musunuz? Kitaba olan ilginin ülkemizde bu kadar düşük olması bir yazar olarak size ne düşündürüyor?
E.Z.G: Günümüzde yaşam çok hızlı ve gürültülü(insanların iç seslerini duymasını engelleyen her türlü bilgi, görüntü, ses v.b). İnsanlar iç dünyaları ile bağ kuramıyorlar. Gürültü ve karmaşa insanları kendi kontrollerinde olmayan bir yaşama zorluyor. Edebiyat dahil tüm sanat dalları iç seslerin duyulabildiği, öncelikle kendi olmak üzere insanların birbirlerini dinleyip anlaşılır şekillerde iletişim kurabildikleri ortamlarda ilgi görür ve gelişir.. Maalesef ki ülkemizde bu kargaşa, gürültüye ek olarak sosyo-ekonomik zayıflık ve bir türlü dingin temellere oturmayan yönetme konusundaki büyük savaşımız sanata olan ilgimizi bastırıp filizlerinden güçlü bir çınara dönüşmesini engellemektedir. Ayrıca dünyadaki ilgilinde gerçek anlamda sanata yönelik olmadığını, bilinçli bir şekilde üretilen gürültüye tempo tutmaktan başka bir etkisi olmayan eserler olduğunu düşünüyorum. Gerçek sanat çok güçlü etkileri olan ve toplumları etkileyip yönlendiren eserlerdir. Günümüzde bu tarz eserlerin olduğuna ya da varsa da o istenilen ilgiyi gördüklerine inanmıyorum.

Kaynak: Sokak Kitapları Edebiyat Dergisi

İşte Mutluluk II

Geçtiğimiz hafta, özellikle Türkiye gibi hiyerarşik yapılanmaların ağırlıklı olduğu toplumlarda, iş yaşantısının pek çok çalışanı mutsuz ettiğini; ancak belli koşullar sağlandığında, kişinin alanı veya konumu ne olursa olsun, çalışırken mutlu hissedebileceğini söylemiştik.
Mutluluğa dair iç dünyamızdaki zengin çağrışımları sözel ifadeyle kapsayabilmenin güç olduğuna; ayrıca, çağrışımların kültürden kültüre, hatta kişiden kişiye birtakım değişiklikler gösterebildiğine, bir miktar öznellik ve görecelilik içerdiğine değinmiştik. Öte yandan, hepimizin, zihinsel deneyimlerinin önemli bir kısmını paylaştığımızdan söz etmiş; pozitif psikoloji ekolünün öncülerinden Mihaly Csikszentmihalyi'nin, ortak zihinsel deneyimlerimizi, "akış" ("flow") üzerinden tanımladığından bahsetmiştik.
Kısaca hatırlatalım: Akış, kişinin o anda yaşadığı sürece tamamen kendini kaptırması ve düşünce ile eylemin ve kişi ile çevrenin birliği ve yoğun etkileşimi gibi unsurlarla karakterize; keyfin, kendiliğindenliğin ve odağın bir arada var olduğu bir deneyim. Csikszentmihalyi'ye göre, ırk, yaş, cinsiyet, eğitim seviyesi ve hatta yapılan iş fark etmeksizin, "akış" deneyimi, mutluluğun başlıca özelliği.
Csikszentmihalyi'nin, ayrıca, Maslow'un "ihtiyaçlar hiyerarşisi" kuramına referansla, kişinin kendini gerçekleştirme ihtiyacına değindiğini; bu ihtiyacın karşılanması için farklılaşma/ ayrışma ve bütünleşme/ birleşme olmak üzere iki kişilerarası mekanizmaya gereksinim duyulduğunu ve bu mekanizmalar anlaşıldığı takdirde, iş yaşantısı da dahil olmak üzere, mutluluğun daha ulaşılabilir olduğunu belirttiğini söylemiştik. Csikszentmihalyi'nin, kişinin hem bireyselliğinin (farklılaşma/ayrışma) hem de toplumun bir üyesi olduğunun bilinciyle hareket etmesinin (bütünleşme/birleşme) , akış deneyimini; akış deneyiminin ise başarıyı getirdiğini vurguladığını paylaşmıştık.
Özellikle düşük seviye pozisyonlarda çalışan kişilerin mevcut koşullarda nasıl akış deneyimleyebilecekleri, çok gerçekçi bir soru olur. Kimi pozisyonlarda yapılan iş, kişinin potansiyelinin yalnızca çok küçük bir kısmını kullanacağı kadar kolay; yani sıradan ve sıkıcı. Kimi pozisyonlarda yapılan iş ise son derece stres yaratıcı ve enerji tüketici.

Sağlıklı Çocuğun Sırrı

Beslenme, büyüme ve gelişme sürecinin çok hızlı olduğu bebeklik ve çocukluk döneminde ayrı bir önem taşıyor. Yeterli ve dengeli beslenen çocukların sağlıklı büyüme ve gelişimi sağlanıyor, hastalıklara karşı direnci artıyor ve okul performanslarında artış görülüyor.
Bebeğe ilk 6 ay sadece anne sütü vermenin, 6. aydan sonra da anne sütüne ek gıdalarla beraber yaklaşık 2 yıl devam etmenin obezite ve kronik hastalık riskini azaltabileceğini söyleyen Çocuk Sağlığı Uzmanı Dr. Nur Özden Çalışkan, bazı besinlerin zararlarına dikkat çekiyor. Çalışkan, kolalı içecekler, gazozlar, hazır meyve suları, çikolata, gofret, şeker gibi karbonhidrattan zengin ve kızarmış yiyecekler gibi yağdan zengin gıdaların kısıtlanması gerektiğini söylüyor. Dr. Çalışkan, bebeklik ve çocukluk çağında dikkat edilecek beslenme kurallarını dönemlere ayırarak şöyle anlatıyor:
0-1 Yaş: Süt Çocukluğu Dönemi
"Bebeğin gelişimi normal seyirde ilerliyorsa ilk 6 ayda besin kaynağı sadece anne sütü olmalı. 6. ayın sonunda ek gıdalara başlanmalı. 6-9 ay arasında günde sadece 200 ek kaloriye ihtiyaç duyan bebeklerde bu değer 9-12 ay arasında 300 ek kalori olmalı. Ek gıdalar bebeklere dikkatle verilmeli. Ek gıdalara önce tek tek başlanmalı, sonra da diğer ek gıdalar yine tek tek eklenmeli. İlk 1 yaşta bebeklerde tuz ve şeker kullanmak kesinlikle yasak.
1-3 Yaş: Oyun Çocukluğu, 4-6 Yaş Okul Öncesi Dönem
Çocuklar 1 yaşından sonra ebeveynlerinde gördüklerini taklit eder. Bu nedenle anne-baba ve bakıcı gibi çocuğun bakımından sorumlu kişilerin kendi beslenme davranışlarına da dikkat etmesi gerekir. Bu dönemde ebeveynler özellikle yemek ve içecek seçimleri ile yeme alışkanlıklarına dikkat etmeliler. Bir diğer konu ise yemek porsiyonları.  Çocuklarının sürekli az yediğinden şikayet eden ebeveynler, kendi ölçülerine göre değil çocuğun gereksinimlerine ve yaşına uygun porsiyonlar hazırlamalı. Bu dönemde çocuklar kendileri için önem taşıyan gıdaları farklı sebeplerden dolayı reddedebilirler. Ebeveynler bu durumun geçici bir süreç olduğunu unutmamalı ve çocuğun reddettiği besinleri daha eğlenceli bir halde sunmalı.
6-12 Yaş: Okul Dönemi
Çocuk artık evden çıkmıştır ve ne yemek istediğine kendi karar verir bir konuma geçmiştir. Aileler okul menülerinde bulunan yemekleri ve içeriklerini takip etmeli ve çocuklarıyla konuşarak doğru tercih yapmaları konusunda onları yönlendirmeliler. Ara öğün her yaşta olduğu gibi okul döneminde de beslenme konusunda oldukça önemli. Ara öğün alışkanlığı olmayan çocuklar sağlıksız atıştırmalıklara daha düşkün oluyor. Bu yüzden çocukların çantalarına mutlaka sağlıklı atıştırmalıklar konmalıdır.
Beslenme Çantasındaki Atıştırmalıklar Neler Olmalı?
• Taze ve kuru meyveler,
• Fındık, ceviz, badem gibi yemişler,
• 1 kutu süt ya da ayran,
• 1 dilim ev yapımı kek ya da kurabiye.
Adölesan (Ergenlik) Ve Gençlik Dönemi
Gençler bu dönemde kimlik arayışı içindedir, bağımsız olmaya, kabul görmeye çabalar ve dış görünüşleri ile fazla ilgilidirler. Düzensiz öğün ve öğün aralarında atıştırma, ev dışında yemek yeme alışkanlığı ve ayaküstü beslenme biçimi de bu dönemde ağırlık kazanır. Sağlıksız beslenme alışkanlıkları yaşla birlikte artış gösterir. Ailelerin erken dönemden başlayarak sağlıklı beslenme alışkanlıklarını çocuklarına kazandırmaları gerekir.
Çocuklarda Obezite Nasıl Önlenir?
• Bebeklere ilk 6 ay sadece anne sütü verilmeli, 6. aydan sonra da anne sütünü en az 2 yıl kadar ek gıdalarla beraber devam edilmeli.
• Çocukların dengeli ve yeterli beslenmesine ve 3 ana, 3 ara öğün alışkanlığının küçük yaştan itibaren kazandırılmasına özen gösterilmeli.
• Çocukla birlikte sofraya oturulmalı, yararlı besinleri yemesi halinde ödül olarak pasta, tatlı, çikolata, şekerleme önerilmemeli. Ancak bu gıdalar daha çekici olmaması açısından yasaklanmamalı.
• Kolalı içecekler, gazozlar, hazır meyve suları, çikolata, gofret, şeker gibi karbonhidrattan zengin ve kızarmış yiyecekler gibi yağdan zengin gıdalar kısıtlanmalı.
• Hızlı yemek yemenin, yemek aralarında abur cubur atıştırmanın ve gece yatmadan önce yüksek kalorili yiyecekler almanın önüne geçilmeli.
• Çocuklara günde en az 30 dakika fiziksel aktivite yapmalarını sağlayacak ortam ve yaşam biçimi oluşturulmalı.
• Çocukların saatlerce televizyon ve bilgisayar önünde zaman geçirmesi engellenmeli.
• Gerektiğinde çocukla birlikte oyun oynanmalı, top, ip, raket gibi fiziksel faaliyet gerektiren oyuncaklar alınmalı, basit aile yürüyüşleri yapılmalı.
• Çocuğun okul spor faaliyetlerine katılımı (basketbol, voleybol, futbol, yüzme) teşvik edilmeli.

Karadayı: Maziden Gelen Tatlı ve Sert Esinti

Karadayı farklı ve başarılı bir dizi. Pazartesilerin tüm sıkıcılığını keyifli bir bekleyişe çeviren yapım. Konusu, oyunculuğu, dekoru, ışığı, yönetimi v.d açılardan tatmin edici ve hayranlık uyandırıcı bir seviye yakalamış. Oyuncuların çoğunluğu tanınmış ve sürekli ekranda olmalarına rağmen, oynadıkları karakterleri tam anlamı ile bizlere yansıtabiliyorlar. Dizideki uyum seyir zevki olarak izleyiciyi de sarıp, dizi ile bizler arasında sürükleyici bir bütünlük sağlıyor.
Tüm oyuncuların başarılı performanslarını övmekle beraber beklentilerin üstüne çıkan ve bizlere farklı bir seyir deneyimleri yaşatan Savcı, çocuk oyuncu, komiser Yasin ve Mahir Kara’ya ayrı bir paragraf açmak gerekir. Tekrar belirmek isteriz ki diğer oyuncular ustalık düzeyinde başarılı canlandırmalar yapmakta ve rollerinin hakkını fazlası ile yerine getirmektedirler. Burada paragraf açtığımız konu, beklentilerimizi ve oyuncuların kişisel standartlarını bir üst çıtaya taşıdıklarını düşündüğümüz performanslarıdır.

Aşkın Ateşi bir Ömür Yanar

Yıl: 1949. Yer: İstanbul. Güzel Sanatlar Akademisi'ndeki arkadaşlıkları aşka dönüşen iki genç. Erkek ressam, genç kızsa piyanist. Erdal ve Sevinç Alantar, yarım asrı birlikte geçirdi. Onların aşkı öyle büyüktü ki, ölüm dışında hiçbir zorluk aralarına giremedi. Erdal Alantar, Fransa, Hollanda, İtalya, Almanya, İsviçre ve Türkiye'de 130'un üzerinde bireysel sergi, bir o kadar da karma sergiye katıldı; önemli ödüller aldı. En büyük destekçisi, kendi sanat hayatını eşi için feda eden Sevinç Alantar'dı. Yıl 2011. Paris ekolünün son temsilcilerinden Erdal Alantar, eşi Sevinç Alantar'ı, Büyükada'da sonsuzluğa uğurladı. Yıl 2013. Alantar, öğrencilik yıllarından olgunluk dönemine kadar olan 106 resminin yer aldığı serginin adını 'Hayatım'ın Sevinç'i' olarak belirledi. 81 yaşındaki ressam ile, sergisinin yer aldığı ArtPoint Gallery'de bir araya geldik. Eşi Sevinç Alantar'ın adını her telaffuz edişinde gözyaşlarına hakim olamayan Alantar ile yaşamını, sanatı ve büyük aşkı Sevinç Alantar'ı konuştuk.
Ailenizin teşvikiyle mi Güzel Sanatlar Akademisi'ne yöneldiniz?
Amcam İhsan Hilmi Alantar, Şişli Etfal Hastanesi'nin kurucusudur. Ailem onun gibi doktor olmamı istiyordu, ama ben istemiyordum. O dönem Kadıköy üçüncü mektepteyim. Bir gün Ankara'dan müfettiş geldi, adamı pek sevmedim. Goril şeklinde bir karikatürünü çizdim. Bir şekilde müfettişin eline geçti. İçimden 'Eyvah!' dedim. Müdürümüz Rıdvan Bey 'Cezasını ben vereceğim, bize itimat edin,' dedi. Müfettiş gittikten sonra hocam 'Güzel Sanatlar Mektebi'nin müdürü Halil Dikmen arkadaşım, senin bu istibdadın var ya, seni götürüp yazdıracağım, ressam olacaksın sen,' dedi. Benim cezam da bu oldu (Gülüyor). Akademi'de Halil Dikmen ve Cemal Tollu atölyelerinde eğitim aldım. İlk hocam Halil Dikmen'dir. Sınıf arkadaşlarımı söyleyeyim: Ayhan Işık, Zeki Müren, Günseli Başar, Semih Balcıoğlu, Senih Orkan, Faruk Geç, Hilkat Çulha vb...
Aşkımız Müzik İle Başladı

Sevdiğim:Kara Gözlü Chopin

Sevmek nedir? Sevgili nedir? Kim tam anlamı ile evrensel cevaplar verebilir ki? Yüreğimizin kim için nasıl çarptığının tarifi ne kadar zordur.
Sevmek ve sevilmek insanlık tarihinin en temel sorunudur. Buradan nice mutluluklar nice hüzünlü hikayeler çıkar karşımıza, her nereye bakarsak. Tarihin arka plan rengi sevgi ile boyalıdır. Sevmeden, sevilmeden kaynaklı tutkular, arzular, nefretler, hüzünler, zaferler, yıkımlarla doludur mazi.
Sevgide en izdiraplı olan sevdiğini gösterebilmek ya da sevildiğini anlayabilmek konusundadır. Nice hayatlar bu uğurda çileli yollarda tüketilmiştir. Kimisinden gıpta ile bakılan kimisinde ise acılarla dolu yaşam hikâyeleri kalmıştır.
Sevgi uğruna dağlar delinmiş, inzivalara çekilinmiş, ülkeler fethedilip, imparatorluklar yıkılmıştır. Hayatlar en güzel çağında son bulmuş ya da bir yastıkta bir ömür beraber geçmiştir. Nice şiirler, hikâyeler, efsaneler yazılıp nice inanılmaz yapıtlar üretilmiştir.
Günümüz hızlı, basit ve anlamsız hayat biçimi içinde sevgi ve sevgi ifade biçimleri de yapaylaşıp, sanal bir hal alıp hiçbir değeri ve edebiliği kalmamıştır. Sevgi başkalarının gözünden ve metalaşmış biçimlerle anlatılmaya başlanmıştır.
Her şeyi ticarileştiren günümüz tüketim toplumu uyduruk bir 14 Şubat günü anlayışı ile “Sevgiyi” yüreklerden, gözlerden ve sözlerden çıkarıp ambalajlara, değerini de üstündeki etiketlere taşımıştır. Sevgi artık bir gösteriş ve imaja bağımlı bir tutsak olmuş, insanların yüreğinde ki çarpıntı yaratan canlılığını yitirmiştir.
Sevginin en güzel ve en zarif şekillerinden biri olan şiir kopyala/yapıştır şeklinde geçmişin hazinelerinden beslenen bir yola girmiştir. Ancak nadirde olsa günümüzde, yürekten gelen kelimelerin sevgi nehrindeki yolculuğundan sonra satırlara düşen dörtlüklerine rastlamak hala mümkün.
“lool sevgiliye” geçmiş romantik dönemleri hatırlatan ve doğrudan sevgiliye adanmış bir şiir kitabı. 2010 yılında Sokak Kitapları Yayıncılık’tan çıkan bu kitabın en özel şiirlerinden biride yazımıza uygun düşen “Sevdiğim”.
Sevmenin ve sevilmenin yüreklerde çarpıntılar yaptığı, yanaklarda mahcupluklar oluşturduğu güzelliklerin tekrar yaşanacağı; Her karakıştan sonra canlanan doğa gibi, ruhlarımızdaki bu griliklerin yerini rengârenk kıpır kıpır günlere bırakacağı ümidi ile sevgi dolu günler diliyoruz.
iyiturks

Besin Öğelerinin Gruplandırılması Ve Vücut Çalışmasındaki Etkinlikleri

İnsanın gereksinmesi olan ve besinlerin bileşiminde yer alan 40’ı aşkın besin öğesi kimyasal yapılarına ve vücut çalışmasındaki etkinliklerine göre 6 grupta toplanır. Bunlar; proteinler, yağlar, karbonhidratlar, madenler, vitaminler ve sudur.
Proteinler: Proteinler, sindirim kanalında yapıtaşları olan aminoasitlere ayrılarak kana geçerler ve kanla karaciğere taşınırlar. Burada tekrar belirli düzen içinde birleşerek vücut proteinlerini yaparlar. Proteinler hücrelerin esas yapısını oluşturur. Belirli hücreler birleşerek vücut organları ve dokuları yapılır. Böylece protein, büyüme ve gelişme için başta gelen besin öğesidir. Birçok hücre zamanla ölür ve yenileri yapılır. Bu nedenle proteinler, hücrelerin sürekliliği için de başta gelen besin Öğesidir. Vücudun savunma sistemlerinin, vücut çalışmasını düzenleyen enzimlerin, bazı hormonların da esas yapıları proteindir. Protein aynı zamanda vücutta enerji kaynağı olarak da kullanılır. Yetişkin insan vücudunun ortalama % 16’sı proteinden oluşur. Bu depo şeklinde değil, çalışan ve belirli ödevler yapan hücreler şeklindedir.
Yağlar: Yetişkin insan vücudunun ortalama %18’i yağdır. Genelde kadınların vücudunda erkeklere göre daha çok yağ bulunur. İnsan harcadığından çok yediğinde vücudun yağ oranı artar, harcadığından az yediğinde ise azalır. Bu nedenle vücut yağı insanın başlıca enerji deposudur. Enerji kaynağı olmadığında, vücuttaki yağ deposu kullanılır. Yağ en çok enerji veren besin öğesidir. Vitaminlerin bir bölümü vücuda yağla alınır. Yağ mideyi yavaş terk ettiğinden doygunluk verir. Derialtı yağı vücut ısısının hızlı kaybını önler. Yağın yapıtaşlarının bazıları, vücudun düzenli çalışması için gerekli bazı hormonların yapımı için gereklidir.

Bilim dünyasında dahi kalmadı!


Nikola Kopernik, Charles Darwin, Albert Einstein gibi isimler doğru sanılan düşünceleri altüst etmeseydi bugün nasıl bir noktada olurduk? Peki bugünden sonra doğru sanılan ve fark edilmemiş binlerce yanlışı yıkacak isimler çıkmazsa ne yapacağız?
ABD’nin California-Davis Üniversitesi’nde psikoloji profesörü olan ve dahilerin hayatını araştırmak için yıllarını harcayan Keith Simonton, ‘dahilerin dünyanın yüzünden silinmeye yüz tuttuğunu’ öne sürdü.
Popular Science’ın haberine göre, psikolog ve genetik bilimciler bir süredir modern toplumun ‘zeki’ insanların sayısına büyük bir sıkıntı çektiğinin farkında. Bu durumun nedeni olarak, genetik mutasyonlar, eğitim yetersizliği ve politika gibi faktörler gösteriliyor. Simonton ise daha üst düzeydeki insanları ele alıyor.
 ‘Bilimsel yaratıcılığı en üst düzeyde olan insanlara değinen Simonton, bu insanların ‘zaten bilinen şeylerin üzerine ekleme yapanlar değil, tersine Rönesans döneminde yaşamış olanlar gibi düşünceleriyle dünyayı anlayışımızı tamamen değiştirebilecek kişiler’ olarak tanımladı.
Benzerleri Dünyaya Gelmedi
Simonton, araştırmasında dünya tarihine geçen Albert Einstein (1879-1955), Nikola Kopernik (1473-1543), Charles Darwin1809-1882, Galileo Galilei (1564–1642), Isaac Newton (1642–1727) ve Marie Curie’nin (1867–1934), bulundukları alanı tamamen değiştirdiğini veya yeni bilimsel alanlar yarattıklarını belirtti. Simonton, bilim dünyasında bu tür gelişmelerin artık yaşanmadığını söyledi.
ABD’li profesör, “Ne zaman birisi ders kitaplarını tamamen baştan yazmak zorunda bıraktı? Veya bir çizikten tamamen yeni bir alanı ortaya çıkardı? DNA’nın keşfinden bu yana aklınıza kimse geliyor mu?” ifadesini kullandı. Simonton, ünlü İngiliz fizikçi Stephen Hawking için, “Yaptığım tanıma göre Hawking’in dahi olduğunu zannetmiyorum. O sadece oldukça yetenekli bir bilim insanı” dedi.
Sorun Ne?
Simonton, günümüzde insanların aptallaşmadığını ve bilim insanlarının da fazla zeki olmamak gibi bir sorun yaşamadığını belirtti. Ona göre sorun, bilim insanlarının örneğin Kopernik’e kıyasla çok daha fazla ham bilgiye sahip olması. Bunun nedeni alanlarında çok fazla tecrübe ve bilgiye sahip olmaları. Bu da üretkenliği olumsuz etkileyen bir faktör olarak beliriyor.
Simonton, “Bir zamanlar büyük bir bilim insanı olmak için üniversiteye gitmeniz gerekmezdi. Yüksek okul çıktığında üniversite, üniversite olduğunda doktora gerekmezdi... Gereken eğitimi uzattıkça, uzmanlık alanı o kadar daralıyor. ‘Her şeyi bileceğim’ düşüncesi, gerçekten bilgili olmanın giderek önüne geçiyor” ifadesini kullandı.
Dünya’nın Güneş’in etrafında dönmesi, madde ve enerji arasındaki ilişki, yaşamın yapı taşları gibi keşiflerin artık yapılmadığını belirten Simonton, “Nasıl Olimpiyat sporcuları saliselerle rekor kırmaya çalışıyorsa, bilim insanları da bilinen bir şeye ekleme yapmaklar uğraşıyor” dedi.
İki bilimin bir araya gelmesi gibi büyük adımlar atılması gerektiğini ifade eden Simonton, 20’nci yüzyılda ‘astrobiyoloji, astrofizik, biyokimya ve benzeri alanların doğduğunu, yeni bir bilim keşfedilmesi halinde bir veya birden fazla bilim alanında devrim yaratabileceğini” belirtti.
Cevap Bekleyen Sorular
Makalesinde birçok bilim alanında çözümlenmemiş krizler bulunduğunu vurgulayan Simonton, örnek olarak hayatın orijinlerini gösterdi:
“Kendilerini kopyalayabilen hücreleri oluşturan proteinleri meydana getiren amino asit zincirlerini ne tetikledi? Fizikte ise yerçekimini doğanın üç diğer kuvvetiyle bir araya getirememek en büyük sorunlardan biri.”
Simonton, “Belki de doğanın güçlerini bir araya getirmenin yolu, fiziği baştan inşa etmektir” dedi. ABD’li araştırmacı, düşüncelerinin doğru olmaktan uzak olduğunu ümit ederken, “Sadece yeni bir bilimsel dahi beni yanıltabilir” dedi.