Ya Sabır!



Anlaşıldı çocuklar, bugün sizden kaçış yok! Hikaye anlatılacak. Baştan uyarayım, bu her zamankinden biraz daha uzun. Dikkatlice dinlemenizi öneririm, sonunda sizden bir ricam olacak.

“Vurgun” desem çoğunuzun aklına ya bir zamanların meşhur şarkısı, ya da bir çeşit üç kağıt gelir, değil mi? Benimse zihnimde anılar canlanır, biraz hüzünlenirim.

Bakmayın şimdiki oturaklı halime! Bir zamanlar uçuk kaçık biriydim. Bu hikâye,  kendimi bulmak için çıktığım yolculuğun belki de en özel anıydı. Kendimi tanımamda, durulmamda bir dönüm noktası oldu. 

Bazen öyle anlar olur ki;  Zamanı durdurabilir, hatta ötesine bile geçebilir. Nadiren olur böyle şeyler. İşte, benim anlatacağım hikayede böyle bir şey.

Neyse lafı çok fazla uzatmayayım, hikaye yeteri kadar uzun zaten! Söze “O”ndan başlayayım, hikayenin asıl kahramanından;

“O” benim gibi sırtında çantası, nerde akşam orda sabah,  diyar diyar dolaşan bir yolcu değildi. Ben geçim derdi olmayan, güya kendini bulmak adına yollara düşen şehirli bir ukalaydım. “O” ise seçme şansı, şımarma hakkı olmayan, imkanları kıt taşralı bir oğlandı.

"O" , yazları okul harçlığını çıkarmak için, vakit geçirmeden işe koyulan; Hem dil öğrenip hem de tatil yapıyorum diye teselli bulan sebatkar temiz bir çocuktu.   

Keyfi kaçtığında, çalışma şevki azaldığında en fazla, iyot kokusunu derince içine çekip, denizin sonsuz maviliğine doğru “sabır” diye üflerdi. 

Çalıştığımız otel denize sıfır, beş yıldızlı tatil köyü idi. Burada on beş on altı saati geçen sürelerde, neredeyse hiç durmadan çalışıyorduk. Çalışma koşulları kötü, maaşlarda düşüktü. Bu yüzden, hep bir personel devir daimi oluyordu.İkimizde şartlardan memnun olmasak da, O zaman kaybı olmasın;Bense keyfine, muhabbetine çalışmaya devam ediyorduk.

Otel yaz boyu kalabalıktı. Personel sık değiştiğinden yük genellikle eski personelin üzerinde oluyordu. Eski dediğime de bakmayın, en eskimiz iki/üç aylıktı! 

Ne zaman eleman sıkıntısı olsa, eski çalışanlar sabahtan akşama nöbete kalırdık. Bu müdürlerin bulduğu tek çözümdü. Patronlar zaten bu işlere hiç karışmaz bütün işi onlara bırakırdı. Onlarda yüklenebildikleri kadar bizlere yüklenirdi. Tabii bunun da bir sınırı vardı; Geriye, kovsalar da gitmeyecek olanlarımız kaldığından bizlere fazla dokunmazlar, hatta saygı bile duyarlardı. Öyle ki büfelerden yemek-içmek yasak olmasına rağmen,  bu konuyu görmezlikten gelir, yakalanmamak kaydı ile o kadarlık bir ayrıcalık tanırlardı bize.


Sabah yedide kahvaltı servisi ile başlayan gün, geç kahvaltı, öğlen, ikindi ve akşam yemeği diye sıralanırdı. Müşteriler, ki! Onlara müşteri dememiz yasaktı, her zaman misafir dememiz istenirdi; Sanki hiç durmadan yemek için otelde  dolanır gibiydiler. Daha bir öğünün sofrası kaldırılmadan öbür öğün hazırlanırken, büfelerin açılmasını büyük bir sabırsızlıkla beklerlerdi.

Çalışanların kimi yorgunluktan, kimi bıkkınlıktan kimi de sadece gırgırdan, bir gün otel müşterilerinin hızını alamayıp kendilerini de yemesi muhabbetini pek sık yaparlardı. Zaten pek çok çalışan misafirleri, sadece bellerinden yukarısı olan, ellerinde tabaklarla o büfeden bu büfeye dolaşan, çeneleri durmadan öğüten garip biçimler olarak görürdü.

Bu öğütücü hız içinde bizler, kap kacak sesleri, yemeklerin, bulaşıkların birbirine karışan kokuları ile saatlerce ayakta durmanın yorgunluğuna, birbirimize olan muhabbetimiz sayesinde dayanabiliyorduk. Hele hele şımarık, saygısız, doyumsuz müşteriler ile bunların protipi dayaklık veletlerinin çekilebilmesi ancak bu birliktelik ile mümkün olabiliyordu. 

Kısaca kızgınlıklarımıza, yorgunluklarımıza bol küfür, bol şamata ve bol boş vermişlikle şifa buluyorduk.

Yine öyle sıradan günlerden biriydi. Sabah nöbetçi olduğumuzdan servisle yedi gibi otele gelip, bir aksaklık olmadan kahvaltıyı tamamladık. Peşinden on bir gibi, geç kalkan beyzadelerin kahvaltılarını hallettikten sonra ana restauranttaki masaları, bizden sonra devam edecek  ekip için hazır hale getirdik.

İşler yolunda, yorgunluğumuz da kararında olduğundan asıl görev yerimiz olan balık restaurantına büyük bir keyifle gittik. Eski elemanların asıl görev yerleri, daha itibarlı olduğundan bunun gibi temalı a la carte restaurantlardı.  

Burası bizim sığınağımız, kendi mekânımızdı. Bizimle beraber bir komi, iki aşçı kafa dengi bir ekiptik. Burayı hele de bu saatlerde çok severdik. Kafa dinleme ve rahatlama yerimizdi. Saat ikiye kadar gelen giden olmadığından rahat rahat masaları hazırlar, arkadaşlar ile gırgır şamata yapar, manzaranın, güzel havanın keyfini çıkarırdık. Manzarada manzara yani. Otelden uzakta plajın en dibinde  dört bir yanı açık küçük bir cennet köşesi.

“O” gün deniz dalgasız, çarşaf gibiydi. Plaj daha canlanmamış, kafa patlatan o curcuna başlamamıştı. 

Öğleden sonraları oranın gümbürtüsüne, kargaşasına can dayanmazdı. Sözde herkes tatile dinlenmeye, gevşemeye, güç toplamaya gelirdi. Ama görün ki müşterilerin çoğu gürültü, karmaşa, koşuşturma içinde tükenip evlerine geri dönerlerdi. Tatile mi gelirlerdi eziyet kampına anlaşılmazdı.  “O” güzelim koyun tadını bizler daha iyi çıkartırdık.

Konuyu dağıtmayayım o güne döneyim: 

Bir yanda elimizde çatal, bıçak takımları aheste aheste masalara dizerken bir yandan da ufka doğru bakıp her zaman ki gibi hayallere dalıyorduk. Arada bir şarkı mırıldanıp günü ilerletiyorduk. 

Hayaller aleminde süzülürken uzaklardan bir ses kulaklarımızı tırmalamaya başladı. Ama ne ses! Bizi güzel hülyalarımızdan uyandırmaya çalışan çirkin, uğursuz bet bir ses! 

 “Genç! Genç! Garson!”

diye höyküren, kibir sosuna banılmış bu sese döndüğümüzde, höykürenin  otelin  su sporlarını işleten patronun kasıntı yeğeni olduğunu gördük.

Patron onun kadar kasılmazken, çalışanlara öyle üst perdeden bakmaz iken, bu böyle bir tipti işte! 

Altında şortu, üstünde ise her zaman ki gibi bir şey yoktu. Üçgen göbekli vücudunu, küçük boyuna bakmadan kasarak bize doğru geliyor, arada göbeğini içine çekmeyi de ihmal etmiyordu. Taktığı siyah gözlük uzaktan görene tıknaz bir ihtişam yaysa da yakından tanıyana  küfür ettirmekten başka bir halta yaramıyordu.

Neyse...

Bizim gariban  patronun bu kasıntı, tıknaz  yeğenini görünce refleks olarak ona doğru yönelip derdini anlamaya çalıştığında, hayatının sınavı ile sınanacağını bilmiyordu.

İşini bir an önce yapıp günü güzelce sürdürme hevesi ile ona yöneldiği anda, onun eli ile akşamdan bir kenara bırakılmış kap kacağı göstereceğini sandı. Yanıldığını anlaması çok uzun sürmedi!

Sevgili çocuklar!

 “O” andan sonra yaşananlar zamanda yavaşlayarak akmaya başladı; Sanki ağır çekim sinema kadrajındaydık...

Ona doğru yöneldiğimizde, O, yürüyüş temposunu hiç bozmadan, elinde tuttuğu plastik bardağı saygısızca bize doğru çimlere fırlatıp:

- Bunu buradan alın!

diye üst perdeden buyurarak su sporları merkezine doğru defolup gitti.

“O” kadrajdan çıktı, ancak başından aşağı kaynar sular dökülen bizim oğlan ağır çekim de takılı kaldı. Kendine gelmesi  vakit aldı.

Uzaktan bir gözümle onları süzerken bir yandan da masalara çatal bıçak atıyordum. "O"nun kadar olmasa da o an bende afallayıp donakaldım.

Canlar,

“O” an zaman ağır ağır geçerken, ne deniz, ne otel, ne masalar kalmıştı algımızda. Her şey birer birer silinirken tıknaz yeğenden başka, göbekli adımları, bardağın içinin boşalması ve en sonunda sadece döne döne çimlere düşen bardağın uğursuz tok sesi algılayabildiğimiz kocaman ağırlıklarımızdı. Sonrası ise, sadece ikimizin duyabildiği, görebildiği bedenlerimizi kast katı eden, insanlık gururumuzun param parça olması idi.

Ama ne ağırlık öyle! Hani utançtan “Yer yarılsa da içine girsek” denir ya; İşte öyle bir utançla bu sefer yer yarılmak istedi bizi kurtarmak için bu durumdan.

Diyeceğim o ki: “İnsan Onuru” kadar sakınacağımız, koruyacağımız hassas pek az şey var.  Öyle hassas, öyle kudretli bir değer ki ayaklar altına alınmasına ne denizler dayanır ne dağlar. "Hiçbir şeysiz olur insan da, “Onur” olmadan insan olmaz hiçbir zaman."
 
Bu şok anından çıkmak benim için çok daha çabuk oldu. Ne de olsa bardağı bana fırlatmamıştı! Elimdeki işi bırakıp doğrudan bardağı almaya yöneldim. Onun nasıl bir tepki vereceğini kestirmeye çalışırken, bir yandan da ortamı normale döndürme adına bol küfürlü biçimde söylenmeye başladım.

Bardağı alıp mahcupluk dolu zoraki bir gülümseme ile ona yöneldiğimde, “O” hala donuk bir biçimde yerinde duruyordu.

Yanına gidip sırtına hafiften vurarak, yine okkalı sinkaf dolu sözlerle, “Boş ver” mealinde bir şeyler söyleyip, onu kendi alemime getirmeyi çalıştım.

“O” vakarlığını koruyarak yutkunup, öyle bir “Yaa Sabır!” çekti ki; Denizler kurudu, dağlar yıkıldı sandım. O an hayatımın en uç noktasıydı diyebilirim. Tüylerimi diken diken eden, beni olduğum yere çivileyen böyle bir iç çekişi, böyle bir yakarışı görmedim, hissetmedim.

“O” yakarıştan sonra hayat mucizevi bir biçimde normal akışına geri döndü. Deniz deniz gibi, çimler çim gibi, hava hava gibi, biz biz gibi her zaman ki gibi kendimizi zamanın akışına bırakıverdik.

Aradan ikindi yemeğini çıkarıp, akşam için masaları tekrar hazırlamaya koyulduğumuzda herkesin keyfi yerindeydi. Tatilciler tüm imkanları sömürmeye büyük bir iştahla devam ederken, çalışanlarda akşama masaları yetiştirmeye çabalıyorlardı.

Akşam beşe doğru gelirken işlerimizi bitirmiş, yemeğe kadar biraz dinlenme imkânı bulmuştuk. Herkes bir köşede kafasını boşaltırken etrafımızda ses yok gibiydi. Biz de her zaman ki gibi yeleklerimizi papyonlarımızı bi kenara bırakıp birer keyif sigarası yakmıştık. Laf dönüp dolaşıp öğlenki yaşadığımız şeye gelmişti.

O günkü jargonumla;

- “Lan oğlum iyi dayandın amma! Ne sabır varmış sende, maşallah! Birde en sabırsızımız, en dik başlımız sensin” diye laflayınca,

O da:

-“Sorma” dedi. “Nasıl oldu anlamadım, Allah'tan bi sabır geldi. Ama nasıl zoruma gitti bilemesin. Suratıma tükürse daha iyiydi. Ne yalan söyleyim, “O” an ilk olarak O bilmem neyin kafasını gözünü patlatmak, içimdeki ateşi üstüne bocalamak geldi. ”O an”  üç beş saniyede ben üç beş senenin hesabını yaptım. Şimdi bi şey yapsam işin nereye gideceği belli değil. Allah göstermesin mezarada, hapisede gider bu yol dedim.  En iyi ihtimal işten kovulsam bile yine olan bana olur, bu bilmem ne için için  değmez dedim... Ama gel bir de bana sor! Nasıl öyle üçbeş saniye yaşadım Allah bilir. Başımdan ayaklarıma doğru ateşli bir şey dolaştı durdu. Tüm hücrelerim zerrelerine ayrılmak için hücum etti. Demek ki Allah sabır ettirdi, yoksa şu an nerdeydim kim bilir”...

İnanın arkadaşlar,

“O anları” anlatmak “O”nun için ne kadar zorsa dinlemekte benim için o kadar zordu. Tüylerim diken diken olmuş, ne diyeceğim diye düşünürken, plajda aniden yükselen uğultu ile  başlayan hareketlenme muhabbetimizi bozdu. 

Tüm dikkatler, denize doğru koşuşturan kalabalığa yoğunlaşmışken, uzaktan sesi duyulan ambulans da otelin bahçesinde görünür olmuştu.

Herkesin tahminde bulunmaya, olanı anlamaya çalıştığı sırada bir sürat teknesi hızla sahile yanaştı. Görüntüler netleşmeye başladığında turuncu renkte sedyeye birini sabitlemeye çalıştıklarını gördük. Şişkin göbekten başka bir şeyi seçemeden sedyeyi koşar adım ambulansa yetiştirdiler. Ambulansın bahçeden ayrılması ile beraber kısa sürede eski haline dönen plajda sanki bu olay hiç yaşanmamış gibiydi.

Yarım saate kalmadan herkes olayın ne olduğunu öğrendiğinde oradakilerden en çok biz şaşırıp, en çok biz irkilmiştik. Belki de bana öyle gelmişti!

Göbeği şiş sedyede taşınan meğersem bizim Patronun kasıntı tıknaz yeğeniymiş. Hem de ne kasıntı ne kasıntı! 

Otel müşterileri ile dalmaya gittiklerinde bizim ki dipten yukarı çıkarken kime yaptığı bilinmez yine kasılmaya başlamış. O kasıldıkça yaradan da esirgememiş kastıkça kasmış, kaskatı edip yukarı çıkarmış bunu.

Halbuki dalgıçların “Vurgun” yemeden su yüzeyine çıkabilmeleri için yavaş yavaş, kademeli ilerlemeleri gerekliymiş; Bizimkisi bırakın bunları, hava atmak için durmadan, hatta dikine yukarı çıkmaya çalışmış.

Yeğenin dipte yediği vurgun ile bu telaşlı koşuşturma işte “O an” başlamış. Aslında ambulans, hastane filan boşuna imiş. Kasıldığı hali ile hakkın rahmetine orada kavuşan yeğen için o an yapacak pek bir şey yokmuş.

Biz, artık her yanı hüzün sarar, otelin tadı kaçar diye dertlenirken; O akşamı sabaha katmadan, yeğen gitmesi gereken yere daha varamadan, patron dışında diğer yakınları eski hallerine kaldıkları gibi devam etmişlerdi.

Her halde patron yas tutar diye kendimizi şaşkınlıktan, garipsemekten kurtarmaya çalışırken, o da defin sonrası gelir gelmez sanki hiçbir şey olmamış gibi vur patlasın çal oynasın hallerine dönüvermişti.

Bizlerde “eee gerçekten de ölenle ölünmüyormuş” deyişini bizzat görerek, yaşayarak normal günlerimize hemencecik geri dönmüştük.

O günden sonra yine tek gayemiz, müşterilerin bizi yemesine fırsat vermeden bir an önce masaları zamanında servise hazırlayıp, keyifle lak lak etmek için kendimize vakit artırmaktı...  Nasıl olsa zaman öyle de geçiyordu, böylede...!

Evet arkadaşlar!

Size bu hikayeyi niye anlattım? Başta da söylediğim gibi sizden bir ricam olacak. Hikayenin hayat yolculuğumda, hatıralarımda çok özel bir yeri var. Ancak bugün size anlatmamda ki gaye o günleri anmak yada sizlerle paylaşmak değil. Amacım haftaya geçiş yapacağımız çetrefilli konuya girizgah yapmak, sizi bir nebzede olsa konunun içine çekmek.

Çetrefilli diye nitelendirdiğim konu "Ahlak". Üzerinde pek çok tanımın, tartışmanın yapılıp, sınırlarının, içeriğinin net olmadığı bir alan. Mümkün olduğu kadar dağılmadan, çıkmazlara, kör tartışmalara girmeden konuyu anlaşılır kılmaya çabalayacağız.

Konuya da en hakim, en anlaşılır yer olan Kant'tan başlayacağız. Kant'ın özgürlük, ahlak, isteme, ödev, buyruk kavramlarına dalıp çıkmaya çabalayacağız.

Hikaye burada bize bir çalışma alan sunacak. Bunun üzerinde kesip, biçip, tartışıp değerlendirmelerde bulunacağız.

Bu arada derste her zaman ki gibi kaynadı gitti.

İyi de oldu.  Eğer biraz ön çalışma yaparak gelirseniz göreceksiniz haftaya işimiz epey kolay olacak. Ayrıca o zaman büyük bir keyifle, "bakalım görelim ne kaynatmışız, ne damıtmışsınız!" diyebileceğiz.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

iyi ve güzel...