Türkiye'nin güney sahilinde en dikkat çekici manzaralardan birine sahip olan Alanya, denize uzanan kayalık bir yarımadanın üzerinde bulunur. Alanya, ilginç evlere, dik uçurumlara ve istihkâm duvarlarına sahiptir. Günümüzün Alanya’sı olan yerde bilinen en eski yerleşim alanı “kaya” anlamına gelen Coracesium şehridir. Bu şehir, bulunduğu yer itibariyle bazen Cilicia bazen de Pamphylia topraklarına dahil edilmiştir. Strabo, Cilicia’yı batıdan doğuya doğru betimlerken dik uçurumun üzerinde kurulmuş bir kale olarak tanımladığı Coracesium ile başlar.
Mükemmel limanına ve son derece korunmalı konumuna bağlı olarak bu yer, hemen hemen her çağda korsanların ya da ayaklanmacıların sığınağı olmuştur. Bu yüzden M.Ö. 199’da III. Antiochos’a karşı direnen tek şehir Cilicia olmuştur. Yarım asır sonra, bölgenin yöneticisi olan Diodotos Trypon da VII. Antiochos ile müttefik kalmayı reddetmiştir. M.Ö. birinci yüzyılda Akdeniz’de korsanlık Roma İmparatorluğu için büyük bir ekonomik ve politik sorundu; korsanların hububat gemilerine el koyması öyle boyutlara ulaşmıştı ki neredeyse Roma’yı bile açlık tehlikesiyle yüz yüze bırakmıştı. Bu sebepten, Puplius Servius M.Ö. 78’de Cilicia’ya gönderilmiş ve korsanlara karşı bir dizi sefer düzenlemiştir ama sonunda başarısız olmuştur. Ancak daha sonra M.Ö. 65’te Roma Senatosu tarafından yetkilerle donatılıp güçlendirilen Puplius, tüm korsan kalelerine karadan ve denizden saldırarak onları kendi kontrolü altına almıştır. En son düşen şehir Coracesium olmuştur ve bu süreç içinde sadece korsanların filoları yok edilmemiş aynı zamanda şehrin istihkâm duvarları da yıkılmıştır ve bu taşlar denize düşmüştür.
Roma İmparatorluğu döneminde Coracesium muhtemelen büyük bir şehir haline gelmişti çünkü şehir, ikinci yüzyılda kendi madeni parasını basmaya başlamıştır.
Coracesium’un Hıristiyanlığın ilk yüzyılı ve eski Bizans dönemine ait çok fazla bilgi yoktur. Komşuları Cilicia ve Pamphylia ile birlikte Hıristiyanlığı erken dönemlerde kabul etmiş olmalıdır.
Bu dönemde ayrıca şehrin adında da bir değişiklik olmuştur ve şehir “Kalonorosa” ya da “Güzel Dağ” adını almıştır. Bu isim, çeşitli değişikliklerle Orta Çağlara kadar kullanılmıştır. Türklerin şehri fethetmesinden sonra da, şehir Venedikliler, Cenovalılar ve Kıbrıslılar tarafından Candelor, Scandelore ya da Galenorum olarak adlandırılmıştır.
1220-1237 yılları arasında hükümdarlık süren Sultan I. Alaaddin Keykubat tahta çıkar çıkmaz, ilk stratejik oyunu kalenin karşı tarafına ilerlemek oldu. Şehrin yöneticisi Kyr Vard tarafından teslimini garanti altına aldıktan sonra şehre kendi adını verdi, böylece şehir Alaiye adını aldı. Alaaddin’in limanda yaptırdığı iyileştirmelerin yanı sıra şehrin Selçukluların başkenti Konya’ya yakın olması hızlı gelişmesini garantilemiştir. Sultan kışları Alanya’da geçirdiğinden, şehir birçok inşaat faaliyetine tanık olmuş ve günümüzde de görebildiğimiz muhteşem yapıları kazanmıştır.
Selçuklu Devleti’nin çökmesinden sonra bölgenin kontrolü Karamanlıların eline geçmiş; bölge zaman zaman da onlara sadakat yemini eden yerel hükümdarlar tarafından yönetilmiştir. Kıbrıs Lusignan Kralları sık sık Alanya’yı ele geçirmeye çalışmışlar, Türkler ve Mısırlılar da şehri Kıbrıs’ı istila etmek için üs olarak kullanmışlardır. Osmanlı İmparatorluğu’nun doğuşuyla birlikte, doğu Akdeniz’de ticaret zayıflamıştır ve Alanya eski önemini büyük ölçüde kaybetmiştir. Bugün Alanya, en iyi korunmuş Selçuklu şehirlerinden biridir.
Alanya Kalesi’nin doğu bölümü deniz ile sınırdaştır ve bu bölüm kuzey duvarlarıyla kesiştiği yerde Kızıl Kule olarak bilinen geniş sekizgen bir kule ile korunur. Bu kulenin çapı 29 metre ve yüksekliği 33 metredir. Sade dış görünümüne rağmen beş katlı karmaşık bir planı olan kulenin içi bir dizi savunma sistemi ile donatılmıştır. Üst bölümün alt iki katı, kulenin Kızıl Kule olarak anılmasına yol açan kırmızımtırak tuğlalarla örülmüştür. Yazıtlar, kulenin 1226’da Alaaddin Keykubat için Halepli mimar Ebu Ali’ye yaptırıldığını kaydeder. Kule 1951 ve 1957 yılları arasında restore edilmiştir.
Kızıl Kule’nin 150 metre kadar güneyinde, geriye kalan tek Selçuklu tersanesi ya da donanma alanı vardır. Toplam 57x40 metre olan alan, duvarlarla tonozlu beş ayrı mekana bölünmüştür. Bunlardan her biri diğerlerine sivri uçlu kemerleri olan dört kapı ile bağlanır. İçerdeki bu mekanlar, ortaçağ gemilerinin yapımı için yeterli alan sunmaktaydı. Tersaneye, Kızıl Kule’nin bulunduğu yönden girilir. Girişte, tersanenin 1227 yılında Alaaddin Keykubat için yapıldığına atfen beş satırlık bir yazıt vardır. İlk satırda “Allah için zafer ve erken fetih” (Kuran LXI,13) yazmaktadır. Girişin sağındaki küçük oda, Mekke yönünü gösteren bir mihrap olmamasına rağmen belki tersanede çalışan işçiler için mescit olarak ya da ambar olarak kullanılmış olabilir. Soldaki gün ışığı ile aydınlanan oda ise muhtemelen çalışma odası olarak kullanılmıştır.
Deniz tersanesinin güneyinde, günümüzde Tophane olarak bilinen ve karadan ya da denizden gelebilecek saldırılara karşı korunmak için tasarlanmış iki katlı bir kule yükselir. 19 metre yüksekliğinde olan bu kare kule, yüksek bir uçurumun üzerine inşa edilmiştir. Zemin kat, iç duvarlarla dört tonozlu odaya ayrılmıştır. Üst kat ise tonozlu bölmelerle çevrili açık bir oda şeklini almıştır.
Kızıl Kule’den başlayarak kuzey duvarları, Ehmedek olarak bilinen istihkâm alanına kadar uzanır. Eski Helenistik sur harabelerinin üzerine inşa edilen, her biri üç kuleye sahip iki yapının planı oldukça kuraldışıdır. Ana giriş doğudaki geniş bir kapıdandır. Buradan merdivenlerle küçük bir kuleye çıkılır. Girişin hemen içinde sarnıçları olan şekilsiz geniş bir açık alan vardır. Daha ileride üç geniş oda vardır. Doğu odasında bir pencerenin yanındaki sıvaya dönemin yelkenli sandallarının resimleri kazılmıştır. Ortadaki oda muhtemelen oturma salonu olarak kullanılmıştır ve kuzeybatı ucundaki kubbeli küçük oda ise banyodur. Ehmedek’in alt kulesinin kuzey cephesinde Alaaddin Keykubat döneminden, 1227 tarihli güzel bir yazıt vardır.
Ehmedek’in güneyinden ilerlenecek olursa Süleymaniye Camii ile karşılaşılır. Bu cami iki an bölüme ayrılmıştır; kare ana oda kubbe ile örtülmüştür ve bunun önünde kemerlerle ayrılmış üç kubbeli bir sundurma vardır. Kubbeler tuğladan yapılmıştır, duvarlar ise tuğla ve yontulmuş taştan örülmüştür. Caminin kuzeybatı ucunda iki adet oniki köşeli minare yükselir.
Caminin güneyinde, seyyahlar ve tüccarlar için yapılmış odalarla çevrili geniş avlusu olan bir kervansaray vardır. Odaların arkasındaki tonozlu geniş bölüm hayvanlar için kullanılırdı.
Akşebe Türbesi kervansarayın hemen üzerinde yer alır. Ana bina inşaatın kırmızımtırak tuğlalı bölümüne kadar tek kubbelidir. Kubbeli alana komşu ve bu alanın doğu cephesi boyunca benzeri bir başka kubbeli alan ve tonozlu bir oda bulunur. Mavi çinilerle bezenmiş küçük bir minare de yapının kapısının kuzeydoğusundan yükselir.
Hisar, kalenin tepe noktasında yer alır ve 180x150 metre boyutunda olan düzensiz bir dörtgen şeklindedir. Bu bölgenin orijinal yapıları, bölgeyi çevreleyen istihkâm duvarlarının üç tanesine dayalı inşa edilmiştir. Batı kenarının sarp uçuruma yakın olmasından dolayı bu kenarda sağlam duvarlara daha az ihtiyaç duyulmuştur. Tuğlalardan yapılmış iki büyük sarnıç bu alanın ortasında yer alır. Bu kalenin tarihi önemi göz önüne alınacak olduğunda, bu bölgede bir yerin var olduğu düşünülmektedir ancak bugüne kadar kalede bulunan belirgin kalıntılar arasında böyle bir binaya rastlanmamıştır. Şayet rastlansaydı, muhtemelen güneybatı ucunda olurdu çünkü bu bölgede çok fazla yıkılmış bina enkazı ve boyalı fresklerin izleri görülmektedir. Burada ayrıca etrafındaki yapılar tarafından rahatsız edilmemiş bir Bizans kilisesi de görülebilir. Kilisenin planı haç şeklindedir ve haçın çubuklarının kesiştiği bölüm, pandantifler (kubbeli inşaatta kemerler üzerine oturtulmuş kubbe ile kemerlerin arasını kapatan üçgen biçimindeki kubbe parçalarının her biri) üzerine oturtulmuş yüksek bir kubbe ile örtülüdür. Birkaç freskli figür, apse (binanın en ucunda dışa doğru yarım daire formunda alan) duvarlarında ve pandantiflerde bugün hala görülebilir.
Güney istihkam duvarlarında inşa edilmiş olan küçük bir kilise, Alanya’daki üç ana işgal evresine tanıklık etmiştir. Günümüzde Arap Evliyası olarak bilinen bu yapı, Bizans döneminde, Helenistik kule kalıntıları üzerine inşa edilmiştir. Selçuklu dönemlerinde kilise, üzerine dikkatle eklenmiş mazgallı siperle savunma duvarına birleştirilmiştir. Doğudan girilen kilise, tuğlalardan yapılmış alçak bir kubbe ile örtülmüştür ve üslubundan M.S. on birinci yüzyıla ait olduğu düşünülebilir. Bu yapı, sonradan cami olarak kullanılmıştır.
Kaynak: Kültür Bakanlığı
Kaynak: Kültür Bakanlığı
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
iyi ve güzel...