Bilim Teknik Dergisi: Başarıya giden kolay bir yol var mı?
Prof. Dr. Sertöz: Popüler
bilim merkezlerinde ihtimal hesaplarını gözle görünür hale getirmek için
kurulmuş bir düzenek vardır. Dikey bir tablaya eşit aralıklarla çiviler
çakılır. Çivilerin arası ancak bir bilyenin geçeceği kadardır. Bu düzeneğin
yanında bir açıklama vardır. Der ki “yukardan bırakacağınız bilyenin nereye
gideceğini önceden söyleyemeyiz, ama yüz tane bilye atarsanız, aşağıda hangi
şekilde birikeceklerini önceden söyleyebiliriz”.
Bir de şekil vardır o açıklamada. Meşhur çan eğrisidir o şekil. “Yüz
bilye atarsanız bu şekli elde edeceksiniz, inanmazsanız deneyin” diye biter o
açıklama. Denersiniz ve çan eğrisinin oluştuğuna tanık olursunuz.
Eğitimde de gelen öğrencinin çoğu, o çan eğrisinde olduğu gibi ortaya
düşer. Yani vasat bir insan olarak mezun olur. Ülkeye lokomotif gücü katacak,
kendisini mükemmellik düzeyinde yetiştirmiş çok az sayıda öğrenci çıkar. Onlar
da çan eğrisinin iki ucuna düşen bilyelere karşılık gelir.
Öğrenci bilye benzetmesinde çok önemli bir ayrılık vardır. Bir bilye o
çivili düzenekten aşağıya inerken bir çiviye çarptığında sağa mı yoksa sola mı
gideceğine kendi karar vermez. Oysa bir öğrenci her zorluğa çarptığında nereye
sapacağına kendi karar verir. “İdare et abi” zihniyetine mi sapacak, “mükemmel
çözüm nerede” arayışına mı girecek? Buna öğrenci kendi karar verir. Hiçbir tesadüfî
etken yoktur. Sonuç olarak, değerlendirme tahtasının en altına inildiğinde
bilyeler ihtimal hesaplarının dikte ettiği şekilde, öğrenciler de kendi
iradeleriyle tercih ettikleri yerlere yerleşir.
İşte her karar verme anında mükemmeli arayan o zor yola girme iradesini
göstermek gerekir başarılı olmak için. O yüzden başarıya giden kolay yol yoktur.
Bilim Teknik Dergisi: Bazı öğrenciler iyi çalışıyor bazıları ise
çalışmaya hiç ilgi göstermiyor. Çalışma nasıl daha çok sevdirilebilir?
Prof. Dr. Sertöz: Benim
çocuğum olmadan önce “çocuk beyaz bir kâğıt, siz ne yazarsanız öyle olur” diye
düşünüyordum. Ama hiç öyle değilmiş. O kendi karakteriyle, kendi eğilimleriyle
geliyor. Öte yandan toplumun eğitim sisteminin de belli standartları var.
Çocuğun karakteri o standarda ne kadar uyuyorsa o sistem içinde o kadar
başarılı ya da başarısız oluyor. Başarı dediğimiz, eğitim sistemine göre
başarı. Çoktan seçmeli sınavlarda kısa zamanda daha fazla doğru cevap
işaretleme becerisinden başka hayatta hiçbir beceri olmadığı saplantısıyla yeni
nesilleri eğitiyoruz. Toplumda zamanla değiştirmemiz gereken yanılgı, başarı
için kabul ettiğimiz bu kriterlerdir.
Üniversite sınavıyla ilgili yapılacak en büyük eleştiri de sınavın sadece
belli bir disipline sahip, sıkı çalışan çocukları seçiyor olmasıdır. Tamam,
bunlar lazım. Ama topluma büyük sıçrama yaptıracak insanlar da biraz deli
insanlardır. Bu sınav sistemi de onları eliyor. Onu da biraz göz önünde
bulundurmak gerekiyor. O çeşit insanlar nasıl eğitilebilir, onu da eğitimcilerin
düşünmesi gerekiyor.
Sonuç olarak çalışmanın sevdirilmesi için, çoktan seçmeli sınavlarda
başarılı olmanın dışında, hayatın başka yönleri olduğunu anlamak ve bu yönlerde
başarılı olan öğrencilerin farkına varmak gerekir. Örneğin on beş yaşında kendi
kendine senaryo yazıp kısa filmler çeken bir öğrenciye, çoktan seçmeli
sınavlarda parlak başarılar alamıyor diye aptal muamelesi yaparsanız çalışmayı
sevdirmekten, eğitimden, eğitimcilikten söz edemezsiniz.
Bugün velilerin çoğunluğu çocuklarının üniversite giriş sınavında yüksek
puan alıp tanınmış bir üniversiteye girmesini istiyor. Okullar da velilerin bu
isteklerine cevap verme yarışı içinde.
Oysa eğitim kurumları toplumun bir adım önünde olmalı. Öğrencinin
üniversiteye değil hayata hazırlanması gerektiği yönünde tavır koymalı okullar,
ama böyle davranırlarsa müşteri kaybedeceklerini sanıyorlar. Oysa nasıl her
topal atın kör bir alıcısı oluyorsa, her kaliteli mal için de kapınızın önünde
bir alıcı kuyruğu oluyor. Halkın bilgisi yetersiz olabilir, ama sağduyusu var.
İyi bir eğitim modeli görünce halkın tanıyıp takdir edeceğine dair inancım tam.
Bilim Teknik Dergisi: Başarılı olmak için ne kadar çalışmak gerekir?
Böyle somut bir ölçü var mı sizce?
Prof. Dr. Sertöz: Başarılı
olmak için kişi her zaman çok çalışacak, düzenli olacak ve her gün bir şey
yapacak. Örneğin Tarkovski “saatinizi her gün aynı saate kurun” derdi. Şimdi
artık saatleri kurmak gerekmiyor, ama bu bir örnek. Doktora öğrencisiyken tez
yazma aşamasında bu tekniği uygulardım. Her cumartesi sinemaya gideceğim, her
akşam evde klasikleri okuyacağım, derdim. Hafta içi gündüzleri kendime bir plan
yapmamıştım. İlk başlarda gündüzleri boş geçti, ama daha bir hafta dolmadan
kendimi gündüzleri çok sıkı çalışırken buldum. Bunun bir başka adı da galiba
zaman mühendisliği. Herkes kendi zaman mühendisliğini kendi yapıp çalışmalı,
ama çok çalışmalıdır.
Ne kadar çalışmak yeterlidir?
Bir ülkenin kaderini belirleyen ve ülkenin uluslararası platformda yerini
tayin edenler, konularında olağanüstü düzeye çıkmış bireyler ve onların
başardıkları işlerdir.
Bu anlamda başarılı olmak için ne kadar çalışmak gerekir?
Dersleri dikkatle takip etmek, konuları anlamak, ödevleri zamanında
yapmak, sınavlardan iyi notlar almak ve başarıyla mezun olmak öğrencinin kendi
hayatını kurtaracaktır. Ama ülkenin geleceğini ancak olağanüstü başarılı
olanlar etkileyecektir.
Bu düzeyde bir başarı yakalamak için ne kadar çalışmak gerekir?
Bu sorunun cevabını Malcolm Gladwell’in Outliers adlı kitabında
bulabiliriz. Gladwell’in iddiasına göre gereken çalışma süresi 10.000 saat.
Yani hafta içi her gün, günde dört saatten on yıl çalışırsanız, dünyada bir
numara olursunuz. Bunun yetenekle fazla bir ilgisi yok. Yeteneği sayesinde bu
kuralın dışına çıkmış bir kişi var. Satrançta dünya çapında büyük usta olmak
için çok sıkı çalışarak geçirilecek bir on yıla ihtiyaç var kural olarak.
Yeteneği sayesinde bu başarıya bu sürenin altında ulaşan tek bir kişi var:
Bobby Fischer. Kendisi bu düzeye dokuz yılda gelmiş!
Bu on bin saat kuralının başlangıcı 1990’larda Berlin Müzik Akademisi’nde
yapılan bir araştırmaya dayanır. Önce okuldaki yirmi yaş civarındaki keman
öğrencilerini performansları bakımından üç gruba ayırmışlar. Birinci
gruptakiler olağanüstü olanlar. Bunlar kesinlikle ilerde dünya çapında
konserler verecek, kayıtlar yapacak. Dönemlerinin en saygın yorumcuları
olacaklar. Ülkelerinin adını uluslararası platformda yüceltecek, ülkelerine
prestij kazandıracaklar. İkinci gruptakiler sadece çok iyi olanlar. Bunların gelecekte
büyük konserlere çıkmaları beklenmiyor, ama çok iyi oldukları su götürmez.
Muhtemelen çok saygın orkestralarda çalacaklar. Üçüncü gruptakiler ise kısaca
yetenekli çocuklar. Çok iyi keman çalıyorlar, ama kesinlikle hiçbir profesyonel
oluşum içinde keman çalamayacaklar. Hayatlarını keman çalarak değil çok saygın
okullarda keman hocalığı yaparak kazanacaklar. Araştırmacılar bu
sınıflandırmayı kendi aralarında yaptıktan sonra her öğrenciye keman çalmaya
ilk başladığı günden bu güne kadar tahmini olarak kaç saat keman çaldığını
sormuş. Tüm öğrenciler kemana yaklaşık olarak aynı yaşlarda başlamış. Hepsi
başlarda eşit sürelerde çalışmış. Daha sonra bazılarının çalışma temposu düşmüş
ve aralarında keman çalışılan süre bakımından farklılıklar oluşmaya başlamış.
Sonuç olarak, birinci gruptakiler yirmi yaşına gelene kadar toplam on bin
saatlik bir çalışmayı arkalarında bırakmış durumda. İkinci gruptakilerde, bu
süre sekiz bin saat, üçüncü gruptakilerde dört bin saat. Bunun yetenekle fazla
bir ilgisi yok çünkü o okula zaten çok yetenekli öğrenciler arasından seçim
yapılarak öğrenci alınıyor. Yıllar içinde oluşan fark, kimin ne kadar çalışmaya
karar verdiğiyle açıklanabiliyor ancak.
Gel de “yürüyen bir aptal oturan iki akıllıdan daha çok yol alır” diyen
atasözüne hak verme.
Ben bir de “yetenek bir işi yapabilmek değil de o işi yapmak için sabır
gösterebilmektir” diyen kızıma hak veriyorum. Üstelik bu sabrın günde dört
saatten on yıl boyunca gösterilmesi gerektiğini de hatırlayarak.
Bilim Teknik Dergisi: Israrla, sabırla ve sürekli çalışmak eşittir
başarı anlamına mı geliyor?
Prof. Dr. Sertöz: Israrla,
sabırla ve sürekli çalışmadan, sözünü etmeye değer hiçbir şey başarılamaz. Her
yıl birinci sınıfta karşıma pırıl pırıl öğrenciler gelir. Tek tek konuştuğumda
hepsinin yetenekli ve istekli olduğunu görürüm. Gençken, o yılki sınıftan
Türkiye’ye olağanüstü katkılar yapacak elli tane öğrenci yetişeceğini düşünür
heyecanlanırdım.
Oysa yıllar içinde tekrar tekrar gözledim ki o sınıftaki pırıl pırıl
öğrencilerin büyük bir çoğunluğu, kendi tercihleri doğrultusunda, vasat bir
eğitimle yetinip sıradan bir mezuniyeti hedefliyor. Hiçbiri de bunun kendi
kararı olduğunu itiraf etmiyor. Sistemi, beni ve Türkiye’yi suçluyor.
Bu öğrencilerin vasat insan olmayı kendilerinin seçtiği konusundaki
iddiamın haksız olmadığını anlatayım. Ders döneminin başında sınıfa ders
kitabını götürürüm. Kitaptan hangi konuları işleyeceğimizi ve toplam kaç sayfa
kapsayacağımızı anlatırım. Çok kaba bir hesap yaparım sonra. Dönemde kaç gün
var, okunacak kaç sayfa var, gün başına kaç sayfa düşüyor. Örneğin birinci
sınıf matematik dersinin birinci döneminde genellikle 500 sayfa okunur. On dört
haftalık bir dönemde, cumartesi ve pazarları da sayarsak, toplam 98 gün var.
Yani öğrencilerin her gün en az 5 sayfa okumaları gerekir ki geri kalmasınlar.
Üstelik bir matematik kitabının her sayfası aynı hızla okunamaz. Bazı sayfalar
problem sayfalarıdır, çözmek okumaktan daha uzun zaman alacaktır.
Kısacası gerçek anlamda başarılı olmak isteyen öğrenci sadece matematik
dersi için her gün 5 sayfalık çalışma yapmak zorundadır. Her gün ve tüm dönem
boyunca.
Ben bunu açıklayınca sınıfın yarısının yüzünde alaycı bir tebessüm
belirir. “Biz bunu zekâmızla hallederiz, sen dert etme hoca” demeye gelen yarım
ağız bir gülüştür bu. Hemen anlarım ki bu öğrenciler başarılı olmamaya karar
veren ilk grup öğrencilerdir. Gerçekten bir daha onlardan başarılı olan çıkmaz.
Hiç çıkmadı. Bunun istisnasına otuz yıldır rastlamadım.
Ben, umutları ve sabrı sonsuz olan biri olarak, yani bir öğretmen olarak,
onları da eğitmekten, başarısız olma kararlarından döndürmeye çalışmaktan
vazgeçmem. Bir sonuç alamam, alamayacağımı da bilirim. Ama umudumu yitirmem söz
konusu değildir: Ben bir öğretmenim!
Bilim Teknik Dergisi: Üniversite eğitimi sırasında mesleki konuların
yanı sıra öğrenciye verilmesi gereken en önemli şey nedir?
Prof. Dr. Sertöz: Bugün
akademi dünyasının sorunu şudur: Herkes kendi konusunu dünyanın merkezi
sanıyor, diğer bölümlerin hepsini gereksiz görüyor ve bu saplantı öğrencilere
de bulaşıyor. Her bilginin uzmanı, sadece kendi bilgisiyle bütün dünyanın ve
hayatın kavranabilir ve yönetilebilir olduğunu sanıyor. Bu nedenle üniversitede
“her konuyu kendi uzmanına danışma kültürünü” verebilmek çok önemli.
Avustralya’nın Queensland şehrinde bundan bir kaç sene önce “Her şeyin en
iyisini ben bilirim” anlayışı bir felakete yol açtı. Bu şehrin ortasından akan
bir nehir var. Bu nehrin sellerinden kurtulmak için bir baraj yapılmış. Bir de
baraj için yönetim kılavuzu hazırlanıp eğitimli mühendislere teslim edilmiş.
Normal zamanlarda ne yapılacağı kılavuzda yazıyor. Ama olağanüstü bir durum
olduğunda, yani okulda öğretilenlerin dışında bir durum olduğunda, yetkililerin
yeni duruma göre ve anında karar vermesi gerekir.
Eğitim, öğrendiklerinizi unuttuğunuzda geriye kalan izlerdir. İyi eğitim
derin izler bırakır. Kritik durumlarda, öğrendiklerinizin sizde bıraktığı izler
yardımıyla yeni bilgiler üretir, yeni kararlar alabilirsiniz. Eğitim,
bilmediğiniz durumlarla karşılaştığınızda soğukkanlılığınızı koruyabilmenize
yarar.
Queensland’daki meteoroloji uzmanları kış aylarında çok şiddetli yağışlar
olacağını öngörüyor. Meteorologlar barajdaki suyun dörtte üçünün kış gelmeden
boşaltılması gerektiğini, aksi halde barajın yağacak yağmurları tutamayacağını
ve taşkın olacağını söylüyor. Baraj sorumluları, kendileri meteoroloji uzmanı
olmadıkları halde, kendi aldıkları eğitimi her türlü eğitimden üstün görmüş
olacaklar ki, kendileri bir hesap yapıp, artık ne hesabıysa o, kışın o kadar
yağmur yağmaması gerektiği sonucuna varıyorlar ve barajı boşaltmıyorlar. Kış
geliyor, uzmanların öngördüğü yağmur yağıyor, baraj taşıyor, sel oluyor. Sonuç:
35 ölü, 9 kayıp ve 30 milyar dolarlık maddi zarar.
“Ben bilirim, sen bilmezsin” tavrının tipik bir yansıması. Oysa gerçek
hayatın problemleri ancak değişik konuların uzmanlarının beraber ve uyum içinde
çalışmasıyla çözülür. Üniversitede verilmesi gereken en önemli kültür budur
bence.
Bilim Teknik Dergisi: Bu kadar çok çalışırken hayata başka şeyler
katmak mümkün mü?
Prof. Dr. Sertöz: Düzenli ve
programlı çalışırsa insanın hayatına başka şeyler katması da mümkün olur
elbette. “Sabah şu saatler arasında, akşam şu saatler arasında çalışacağım, şu
gün şu saatte eğleneceğim” diyebilmek ve bunu uygulayabilmek önemli. Bu çeşit
kilometre taşları olduğu zaman araları çok kolay ve çabuk doluyor. Böyle olunca
çok yoğun çalışıyorsunuz ve her iş yetişiyor, siz de her işe
yetişebiliyorsunuz. Eğlence de daha verimli oluyor. Çalışırken de hakkını
veriyorsunuz, eğlenirken de hakkını veriyorsunuz.
Geçen sene ilk defa bizim bölümün yeni mezunlarına ulaştım ve
üniversiteye yeni başlayanlarla hangi tecrübelerini paylaşmak istediklerini
sordum.
Özellikle de keşke size baştan söylenseydi dediğiniz bilgiler var mı
dedim. Aldığım cevapların biri şöyle.
“Sosyal aktiviteler ve kulüpler bana gereksiz vakit kaybı gibi gelmişti.
Oysa onlara katılsaydım daha iyi olurdu kesin. Üniversiteler pek çok kulüple
bir sürü fırsat sunuyor, bunların altı çok çiziliyor, sürekli hatırlatılıyor,
ancak belki bir kez daha hatırlatılabilir.”
Bu öğrenci çok yüksek notlarla mezun olup çok prestijli burslara başvuran
bir öğrenci. Bu çeşit burslara başvuran öğrencileri kâğıt üzerinde birbirinden
ayırt etmek mümkün değildir. Onun için mülakat yapılır. Mülakatta ise size,
başvuranların hepsinin çok iyi olduğunu söylerler ve bu bursun neden
diğerlerine değil de size verilmesinin doğru olacağını sorarlar. Burada
beklenen cevap, uzmanlığınızı topluma nasıl yansıtacağınız konusundaki
planlarınızdır. Ders çalışmak dışında bir hayatınız, özellikle öğrenci
derneklerinde yoğun faaliyetleriniz varsa zaten bu konuda uzun vadeli
planlarınız var demektir.
Bilginin toplumla paylaşıldıkça anlam kazanacağını bilip bilmediğinizi ve
toplumun yararı için zamanınızı ve enerjinizi yatırmaya istekli olup olmadığınızı
öğrenmek isterler mülakatta. Bu soruların cevaplarını daha öğrenciyken
oluşturmanız gerekir.
İşte başka bir öğrenciden başka bir paylaşım:
"Ayrıca sosyal hayatla akademik hayat arasındaki dengeyi kurmak da
önemli.[.....] Arkadaşlarımla birlikte güzel zaman geçirdikten sonraki 2-3
saatlik çalışmam, rastgele bir zamanda 5-6 saatlik çalışmamdan çok daha verimli
oluyordu."
Tabii ya… Hep ders, hep ders, nereye kadar!
Bilim Teknik Dergisi: Son olarak üniversite öğrencilerine söylemek
istediğiniz bir şey var mı?
Prof. Dr. Sertöz: Gün gelecek
mezun olacaksınız. Dünyanın en iyi okullarında yüksek lisans ve doktora eğitimi
alıp ülkeye katkı yapma ideali sizi saracak. Burs için başvuracaksınız.
İlk eleme Türkiye’nin diğer okullarından gelen sınıf birincileriyle sizin
aranızda olacak.
Sınıfınızda birinci olmanın yetmediğini ilk burada hissedeceksiniz.
Bu ilk elemeyi geçerseniz, o büyük okullara başvuracaksınız ve dünyanın
her yerinden gelen, Çin dâhil, olağanüstü öğrencilerle yarışacaksınız. Bazı
okulların boş olan her kontenjanı için ortalama elli başvuru olur. Bu sayıyı
tekrar okuyun çünkü gerçektir.
Diyelim ki bu yarışı da kazandınız ve o hayalinizdeki okula girdiniz,
dersler başladı. Şimdi artık hoca “günde 5 sayfa okumazsanız geri kalırsınız”
dediğinde günde on beş sayfa okuyan sınıf arkadaşlarınız var, çoğu da Çinli.
Hocaya alaylı alaylı bakıp gülen arkadaşlarınız çok gerilerde kaldı. Keşke
kendimi daha iyi hazırlasaydım, demek için çok geç. Zamanında buralara
geleceğinizi planlayıp o uluslararası yarışa hazır olmanız gerekirdi.
Derken işe girme zamanı gelecek. Artık yarıştığınız kişiler sizinle aynı
yollardan başarıyla geçmiş, dünyanın her ülkesinin kapmak istediği uzmanlar.
Rakiplerinizden korkuyorsanız zamanında yeterince çalışmadığınız içindir.
Rakipleriniz sizden korkuyorsa, Türkiye yediğiniz ekmeği size helal edecektir.
Prof. Dr. Ali Sinan Sertöz’e çok
teşekkür ediyor, önerilerinin ve mesajlarının tüm öğrencilere ulaşmasını
diliyoruz.
Başlangıcında inanılmaz güzel bir sohbet var....
Başlangıcında inanılmaz güzel bir sohbet var....
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
iyi ve güzel...