Bir düşünün: Kaç kere bir başkasıyla, çatışan inanışlarınız sebebiyle,
yapıcı veya yıkıcı, sonu gelmeyen bir tartışmaya girmişsinizdir? Kaç kere bir
başkasının anlam veremediğiniz ve size göre açıkça yanlış olan bir fikirde
direttiğine tanık olmuşsunuzdur? Peki ya kaç kere çok emin olduğunuz bir konuda
bir başkasını ikna etmek için kırk takla atmışsınızdır? Kaç kere savunduğunuz
fikrin nasıl olur da bir türlü anlaşılmadığına şaşmışsınızdır?
Hemen hemen
hepimiz için, her bir sorunun cevabının, değil bir, iki elin parmaklarını
rahatlıkla geçtiğini tahmin ediyoruz. Bunun sebebi, her bir bireyin (ve
topluluğun) sorgu sual kabul etmeyen, sarsılmaz, "mutlak" fikir ve
inanışlara sahip olması.
Etrafımıza şöyle bir bakmamız yeterli; fark etmek
işten değil. Anneler-babalar, arkadaşlar, patronlar; din, siyaset, medya,
hukuk, eğitim, daha nicesi ve hatta kimi çalışmacılara göre bilim bile kuvvetle
inanılan, bu, sözde mutlak gerçekliklerle dolu. Peki neden? İnatçılık mı, kibir
mi, zihinsel bir zorluk mu, yoksa başka bir sebebi mi var?
Amerikalı nörolog ve
yazar Robert A. Burton bu sorunun peşine düşüyor ve oldukça ilginç bir yere
varıyor. Gelin, bugün onu takip edelim. Bir bilim insanının peşinden, bilim
üzerinden konuşacağımız için ve az önce bilimi de sözde mutlak gerçeklikleri
olanlar arasında sıraladığımızdan, devam etmeden önce bir parantez açalım:
Burton, emin olma, kesinlik, kuşkusuzluk,
doğruluk gibi, düşünmek üzerine düşünmekle ilgili olguları, "bildiğini
hissetme" kavramı altında topluyor. Bireylerin ve kültürlerin,
"bildiğini hissetme" için daha çok bilinçli çaba yahut zihin
dinginliği olmak üzere iki karşıt yaklaşımdan birini ağırlıklı olarak
benimsediğini söylüyor.
Genellikle Batı kültürlerinin daha çok üstünde durduğu
bilinçli çaba, hata yaptığımız zaman daha sıkı çalışmamız, vazgeçmememiz, bir alanda
kendimizi geliştirmemiz bakımından; daha ziyade Doğu kültürlerinin vurguladığı
zihin dinginliği ise kendimizi gereksiz yere yıprattığımız, oysa bir durup
akışına bırakmanın yerinde olacağı durumlar için değerli birer öğreti.
Bununla
birlikte, Burton'a göre "bildiğini hissetme" hali, ne bilinçli bir
düşünsel sürecin, ne de zihin dinginliğinin ürünü; mesele, temel nörobiyoloji.
Bildiğini hissetme, tıpkı aşk gibi, öfke gibi, mantıktan bağımsız olarak
gelişiyor. Dolayısıyla rasyonel bilgi ile hissedilen bilgi pek çok defa
örtüşmüyor. Üstelik, hissedilen bilgi, somut anlamda mevcut olan ve duyu
organlarımız aracılığıyla deneyimlenen verilerle de tutarlı olmayabiliyor.
Bir
örnekle açıklamaya başlayalım: Burton, geçirdiği bir felç sonucu beynin
birincil görme verilerini alan bölgesi olan oksipital korteksi zarar gören bir
hastanın, ilk bakışta şaşırtıcı algısal deneyimlerinden söz ediyor. Geçirdiği
beyin hasarından sonra kişinin retinasının gelen verileri kaydetmeyi
sürdürdüğünü, ancak görsel korteksinin retinadan gönderilen bilgileri
işleyemediğini açıklıyor. Bunun sonucunda kişinin bilinçli olarak hiçbir şey
görmediğini söylüyor. Fiziksel görme alanı içerisindeki çeşitli yerlere ışık
tutulduğunda kişinin bir şey görmediğini bildirdiğini ifade ediyor. Bununla birlikte,
ışık tutulan bölgeleri belirlemesi istendiğinde doğru bölgeleri belirttiğine
dikkat çekiyor. Üstelik kişinin yalnızca tahminlerde bulunduğuna ve şans eseri
ne kadar bilebilirse ancak o kadar bildiğine inandığını belirtiyor. Peki bu
nasıl olabilir?
Burton'ın ardından "görülmeyen ışığın" izini takip
edelim: Bazı lifler doğrudan retinadan oksipital lobdaki primer görsel kortekse
ilerliyor. Ancak diğerleri, bilinçli görmeden sorumlu olan bu bölgeyi atlayıp
görsel imge üretmeyen alt kortikal ve üst beyin sapı bölgelerine yansıyor. Bu
bölgeler, öncelikle "savaş veya kaç" gibi adaptif, otomatik,
refleksif işlevlerde bulunuyor. Çabuk üretilen refleksif bir hareketin, zaman
alıcı bilinçli algılama ve değerlendirme süreçlerine kıyasla evrimsel getirileri
aşikar.
Bir tehdit anında düşünüp taşınmaya vakit yok; yaşam bütünlüğünü
korumak için çabuk olmak gerekiyor ve bu bakımdan refleksler önem kazanıyor.
Önem kazanan işlev de nesilden nesle korunuyor. Örneğimize geri dönecek
olursak, Burton, refleksif fonksiyonları ön planda olan ve hasar görmemiş bu
alt beyin bölgesinin, bilince bir görsel imge göndermeksizin ışığı (yani
evrimsel perspektifle bağdaştırırsak "tehdidi") "gördüğünü"
belirtiyor. Bilinç düzeyinde olmayan bu algı, hissi üreten üst kortikal
bölgelere ulaşamadığından, kişinin farkında olmadan ışığı lokalize edebilmesi,
"bildiğini hissetme" halini uyandırmıyor.
Dolayısıyla, kişi,
Burton'ın deyişiyle "bildiği şeyi bilmiyor". Bu, her ne kadar nadir
görülen bir klinik durum olsa da bir bilgi ve o bilginin farkındalığı arasında
her zaman bir bağlantı bulunmadığına dikkat çekmek için çarpıcı bir örnek.
Burton'a göre, bağlantıdaki kopukluk, nörobiyolojimizin temel bir kusuru ve ne
düşünmek için bilinçli çabayla ne de zihin dinginliğiyle telafi edilebilir.
Haftaya devam.
Kaynak: Burton, R. A. (2008). On being certain: Believing you are right
when you're not. New York, NY: St. Martin's Press.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
iyi ve güzel...