Edebiyat ve Her Şey

Şeyh Gâlib der ki “Gele bir devr ki bu Gâlib’i yâd eyleyeler / Fırsat-ı sohbeti ahbâb ganîmet bilsün.” Yani “öyle bir gün gelecek ki Gâlib’i hatırlayacaksınız ve ondan söz ederken bu sohbet fırsatını ganimet bileceksiniz.” Şeyh Gâlib büyük bir şair olduğu için bunu söyleyebilir, benim burada ifade etmek istediklerim için böyle bir durum söz konusu değil elbette, estağfurullah.
Nefî’nin çok sevdiğim bir beyiti vardır: “Rind-i aşkız hâsılı Nef’î-i bî-pervâ gibi / Âşinâya âşinâ, bîgâneye bigâneyiz.” İlk dizesi değil belki ama ikincisi bir mottodur benim için. Nef’î burada der ki “Bize kim yakın, bize kimler dostluk gösteriyorsa işte biz onlara aşinayız.” Bu mecliste sizlerle birlikte birbirine aşina olanlar arasında bir sohbet olsun istiyorum.
Divan Edebiyatı
“Edebiyat ve Her Şey” konusuna gelirsek… Burada edebiyatın önceliği olduğunu söyleyebiliriz. Dikkat ederseniz konumuz “Her şey ve Edebiyat” değil, tam tersi. Bu nedenle önce edebiyattan söz edip oradan her şeye geçebiliriz. Edebiyat derken, burada kendi tercihlerimi öne çıkarmak durumundayım. Çünkü benim için edebiyat demek şiir demektir. Neden? Modernleşme denilen süreçle birlikte Türk edebiyatına giren türlere karşı biraz bigâne durdum. Batı’dan ithal roman, hikâye, tiyatro ve deneme gibi türlerden söz ediyorum. Hatta bir anlamda “kritik” ya da “eleştiri” dediğimiz türden de söz etmemize olanak yok. Osmanlı toplumu modernleştikten sonra Türk edebiyatına giren türler bunlar. Türk edebiyatında Batılı anlamda bir roman ya da öykü geleneğine ancak Tanzimat’tan sonra rastlayabiliyoruz. Ama şiir var ve hep var. Yani Türkler İslam’a intisap etmeden önce başlayan bir şiir geleneği mevcut. İslam’la birlikte daha da gelişen, gümrah hale gelen büyük bir şiir geleneğinden bahsediyorum. Bu gelenek hem Divan edebiyatı bağlamında hem de halk şiiri bağlamında… Bâkî’nin, Fuzûlî’nin, Nedim’in, Nef’î’nin ve benzeri büyük şairlerin eserlerini okurken yakın çevremdekilere hep şöyle derken bulurum kendimi: “Bu adamlar bizden iyi yahu.” Gerçekten Divan edebiyatımız büyük bir edebiyattır. Ama maalesef okullarımızda bu hazineyi yeterince değerlendiremiyoruz.
Şiirin Geriye İtilmesi
Benim tezim hep şu olmuştur: İslam Medeniyetinin söylemi doğrudan doğruya şiirdir. Bugün Türkiye’de şiirin geriye itilmesi, şairlerin kimliklerinden yeterince söz edilmemesi; buna karşın romancıların özellikle çok daha fazla kamuoyunda kendilerinden söz ettiren kişiler olması, açıkçası bana çok hüzün verici geliyor. Çünkü şiirin geriye itilmesi durumu söz konusu ise bu bir medeniyetin geriye itilmesi anlamına gelir. “E ne var bunda?” ya da “Şimdi roman çağı” diyenlere karşı bunu böylece kabullenmek durumunda mıyız? Elbette değiliz. Çünkü Türk insanı asırlar boyu kendini şiirle dile getirmiştir. Aslında bu konuyla ilgili bir tartışma da açmak istiyorum. Tevfik Fikret’in dediği gibi “Barika-i efkârdan musademe- i hakikat doğar.” Yani fikirlerin çatışmasından hakikat şimşeği doğar, demektir. Yoksa birbirimizi destekleyecek argümanlar ileri sürmenin bir getirisi yok.
Birtakım dogmalar çerçevesinde hep aynı şeyler tekrarlanmış, ispat edilmiş olan bir şeyin yeniden ispat edilme yolları aranmış. Bu bir zihinsel, belki daha farklı biçimde söylemek gerekirse entelektüel bir maluliyettir. Biraz oryantalizm yapacağım, çünkü başka çaresi de yok. Ama Batı’da böyle değil bu işler. Bir diğer değişle bir düşünce ancak tartışılarak ve reddedilerek ilerleyebiliyor. Bilim de öyle zaten. Eğer Newton, Batlamyus’u tartışmamış olsaydı bugün hâlâ güneşin dünyanın çevresinde döndüğünü iddia edecektik.
Felsefeden Akıl Yürütmeye
Fransız Antropolog Claude Lévi-Strauss’tan alıntılayarak söylüyorum: Jean- Jacques Rousseau’nun Dillerin Kökeni Üzerine Deneme diye bir kitabı var. Orada diyor ki “İlk konuşmalar şiir biçimindeydi. Akıl yürütme ise daha sonra gerçekleşti.” Burada ilginç bir şey var. Neden ilk söylem şiir olmuş? Yani insanların konuşma dili ile şiir dili arasında bir sınır konulmuş değil o dönemde. Çünkü ellerindeki söz dağarcığı o kadar sınırlı ki bir düşünceyi anlatabilmek için bildiklerini ancak başka bir şeye benzeterek ifade edebiliyorlar. Tıpkı meşhur yılan – şimşek hikâyesinde olduğu gibi… 
Birileri yukarı bakıp şimşeği gördüğünde buna “gökyüzündeki yılan” diyerek aslında bir metafor üretmiş oluyor. Bu örnek bize neyi gösterir? Şimdi buradan başka bir probleme gidelim isterseniz. Şiirle akıl yürütme arasında böylesi bir zamansal fark var idiyse o zaman şiirle felsefe arasındaki ilişkinin başlangıçta mümkün olmadığının ortaya konulması lazımdır. Çünkü nihayetinde felsefe akıl yürütmeye dayanır. Gökyüzündeki yılan örneğine dönersek… Metafor kurmanın akıl yürütme için yeterli olmadığını düşünenlerdenim. Çünkü en basit düzlemde tasıma bakmak lazım gelir. Yani mantığa. Bu anlamda bir metaforun bir mantığa öncül olması mümkün değil. Kendi içinde mantık taşısa dahi, akıl yürütmeye dair çıkacak sonuç doğru olmaz. Kavramların oluşabilmesi için “akıl yürütme” gerekir. Bunun için de kavramların açık bir biçimde tanımlanması şarttır. Pre-Sokratikler, yani Sokrat öncesi filozofların şiirle felsefe yaptıklarını biliyoruz. Bu felsefe yapma biçimi sistematik bir düşünceye dayanmıyor, metaforlarla vücut buluyordu. Sokrat’ın önemi de buradan geliyor. 
Felsefeyi bir sistematiğe ve akıl yürütme aşamasına taşıyor. Bunun tam tersini iddia edenler de yok değil. Friedrich Nietzsche asıl felsefenin şiirle yapıldığını söylüyor. Burada çok önemli bir nokta var. Felsefe artık günümüzde Hegel’in, Aristo’nun, Spinoza’nın ortaya koyduğu gibi büyük ve sistematik bir şekilde yapılmıyor. Bunun son örnekleri Martin Heidegger ve Jean Paul Sartre’dır. Onlardan sonra felsefe bütünüyle fragmanterdir. Ludwig Wittgenstein buna iyi bir örnek olabilir. Meseleye buradan baktığımızda Şeyh Gâlib’in şiirlerinde fragmanter felsefeye sıkça rastlayabiliriz. Öyleyse Wittgenstein’ı filozof sayıyorsak, Şeyh Gâlib de bir filozoftur denilebilir. Şu gerçeği unutmamak kaydıyla… Felsefe yapma ideası gibi bir idea yok. Çünkü her medeniyetin kendi düşünüşünü örgütleme, formatlama ve dile getirme biçimi var. Batı, Sokrat’tan sonra bu türden bir gelenek inşa etmiş. Özellikle de Nietzsche’ye kadar. Felsefede en yetkin formun ancak bu gelenek baz alınarak yapılabileceğini söylemek, tam anlamıyla Oryantalist bir uydurmadır ve bu iddiayı reddetmek gerekir.
Yol Ayrımı: 19. Yüzyıl

Bir de edebiyatta önemli bir yer tutan destanlar ve masallar var. Sözlü edebiyat ya da halk edebiyatı olarak adlandırabileceğimiz bu eserler, çok sonraları yazıya aktarılmış. Tıpkı Homeros destanlarında olduğu gibi… Sözlü edebiyat geleneği günümüzde bile yok olmamış. Yakın zaman önce galiba Rumen bir etnolog, Çek Cumhuriyeti’nde bir köylünün 10 bin dizelik bir destanı ezberden okuduğunu aktarıyor. Karacaoğlan da bu konuya güzel bir örnektir. Yani şunu anlatmaya çalışıyorum. Edebiyatta söylem farklılıkları çok sonraları ortaya çıkmış. Batı’da bile. Mesela 19. yüzyıla gelinceye kadar Batı’da şiirle düz yazı arasında çok ciddi bir ayrım yok. Ancak Charles Baudelaire ve benzeri isimler çıktıktan sonra şiir, radikal bir çizgiyle diğer türlerden ayrılmış. Tiyatroda da durum böyledir. William Shakespeare’in bütün oyunları birer şiirdir aslında. Türk edebiyatında da şiirin düz yazı şeklindeki örneklerine rastlamak mümkündür. Nazım Hikmet’in Benerci Kendini Niçin Öldürdü? isimli eseri bu türden bir yapıttır.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

iyi ve güzel...