Bisikletle İpek Yolu

Batı ve doğu’yu birleştiren 3 bin kilometrelik ipek yolu boyunca bisiklet sürüyorum. bu yedi günlük yolculuk boyunca İran’dan Çin’e varıncaya kadar Türkmenistan, Özbekistan, Tacikistan ve Kırgızistan’dan geçiyorum.
İran’dan Türkmenistan’a geçmeye karar verdiğimde zorlu bir yolculuk beni bekliyordu: Türkmenistan’ın Karakum Çölü’ne uzanmış 500 kilometrelik bir asfaltı alt ediyorum. Sıcaklık 55 santigrat dereceyi gösterirken, karşıdan esen rüzgârlar insanı sersemletir cinsten. Beraberinde getirdiği kum tanecikleri ise bu hafta her zamankinden güçlü vuruyordu sanki. Sabahın ilk saatlerinde iyi bir mesafe kat ettim derken öğleye doğru rüzgâr dayanılmaz bir hâl alıyor. Ben de sürüşüme gece devam etmeye karar veriyorum. Bunu bir macera yolculuğu olarak görmeye çalışırken Alexandra David-Néel ve 1927 yılında Lasha’ya olan yolculuğu geliyor aklıma. O zamanlar yabancılara yasak olan mistik Tibet’ten kimseye görünmeden geçebilmek için yalnızca geceleri yolculuk etmişti.
Çölün ayakucundan geçen Ceyhun Nehri’nin öteki yakasındaki Özbekistan, tarihi dokusuyla beni karşılıyor. Buhara adeta göz kamaştırıyor. Yıllarca yaptığım araştırmalar sonucunda edindiğim izlenimin çok ötesinde bir şehir var karşımda. Sayısız cami ve medrese, pazarları taçlandıran kemerler, eski şehrin arka sokakları, tarihin derinliklerinde kalmış bir dönemin tozlu pırıltısını taşıyor. Çok az sayıda araba, dolayısıyla çok az gürültü var. Hiçbir yerde neon tabelalı dükkânları göremiyorsunuz. Kendi içinde bir ahenge sahip bu kent. Turist kafilelerinden yükselen farklı dillerdeki konuşmalar ne kadar kozmopolit bir yerde olduğumu hatırlatıyor bana: Yahudiler, Afganlar, Ermeniler, Ruslar, İranlılar, Çinliler ve Hindular. İçimde bir heyecan kıpırtısıyla Buhara’yı terk ediyorum. Yıllardır sabırsızlıkla beklediğim bir şeydi Semerkant şehriyle tanışmak. Eski Romalıların bir sözü vardır: “Nomen est omen”, yani her şey isminde saklı. Semerkant, destansı yolculuklara zaafı olanların vazgeçilmez coğrafyasıdır. Geceler boyu Jules Verne, Rudyard Kipling, Emilio Salgari okuyup da egzotik ülkelerin hayaliyle uyumayan birine rastlamak zordur. Kulağa bile farklı geliyor söylenişi: Semerkant. Hayal gücünüzü harekete geçiren bir yolculuk çağrısı gibi. Timbuctu, Maracaibo ve Zanzibar’ın tınısında da gezginleri cezbeden bir büyü var. Semerkant’a gitmek, görmüş geçirmiş gezgin unvanı almak gibidir.
Semerkant’ın bittiği yerde dağlar başlıyor. Çölden sonra dalgalanmaya başlayan yollarda dik iniş ve çıkışlar var. Asya’nın heybetli dağlarının başlangıcı olan ve dünyanın çatısı olarak bilinen Pamir Dağları’ndan geçiyorum. Tacikistan ve Kırgızistan boyunca Everest’i yaklaşık beş kere çıkmaya denk gelen 40 bin metre yokuş yukarı gittikten sonra Çin’deki Kaşgar’a ulaşıyorum.
Yolculuğum boyunca edindiğim en güzel anılar, yerlilerin beni evlerinde misafir ettiği gecelerden kalma. Her gün akşamüzeri 18.00 sularında, tarlalarda çalışan veya köylerdeki küçük dükkânlarında iş yapan erkekler evlerine dönerken, beni misafir edip karnımı doyuracak birilerini arıyorum. Ben buna hayırseverlik duygusunu ortaya çıkarmak demeyi seviyorum: Karşılaştığım insandaki sempati ve ilgi aracılığıyla temel insani değerler olan misafirperverlik ve yardım etme hissiyatını uyandırmaya çalışıyorum. Özbekistan ve Tacikistan sınırındaki bir pamuk tarlasında Abdullo, ben gelir gelmez bağlarından bir salkım üzüm kesiverdi. Semerkant’ın güneyinde bulunan dağ köyü Boysun’un eczacısı Dr. Shadman et almak için pazarın yolunu tuttu. Tacikistan’daki bir geçit olan Kabukabot zirvesi yakınlarında Pisando, karpuz almak için komşuya kadar gitti. Afganistan Pamir Dağları’ndaki bir köyde Najiba, özel günler için sakladığı kayısı ve çilek şuruplarını çıkardı. Beni ağırlayanlar genelde eşi dostu arayıp hava atıyor, onlarda kaldığımdan gurur duyduklarını belli ediyordu. Kadınlar da özene bezene yemek hazırlıyor, bazıları çok basit ve mütevazı olsa da her gün yapılmayan yemekler olduğu hemen anlaşılıyordu. Şafak vakti hazırlanan kahvaltıda çay, ekmek ve kurabiye var. Giderken biraz para bırakıyorum. İlk önce karşı çıksalar da biraz ısrarla kabul ediyorlar. Yanıma yolluk olarak domates, salatalık, fındık, fıstık veya kuru meyve verdikten sonra beni uğurluyorlar. Hayırseverlik duygusunu ortaya çıkarmak, size yakınlık duyulmasının verdiği sıcaklık ve daha derinlerden gelen bir şeyi görebilmenin verdiği entelektüel tatminle insanın içine işliyor.
Andrea Oschetti
Hong Kong’da yaşayan bir İtalyan. 2008 yılında yönetim danışmanlık kariyerini sonlandırarak kurumsal dünyayı terk edecek cesareti gösterdi. Hayallerinin peşine düşen Oschetti, özel aşçı, fotoğrafçı ve gezgin olarak kendini geliştirdi. Gezilerini www.fioreblu.com adresinden takip edebilirsiniz.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

iyi ve güzel...