Tesadüfler hayatımızda ne kadar yer
tutuyor bilemeyiz. Ancak biliyoruz ki tesadüfler tarihin ve toplumların akışını
değiştirecek sonuçlara yol açabilmektedir. Bizim yaşadığımız ve farkına
vardığımız tesadüfler bu kadar büyük etkiler yaratmasa da olumlu, güzel ve
şaşırtıcı sonuçları olmuştur.
Bu güzel ve şaşırtıcı tesadüflerden
birini de Theodore Zeldin’in “İnsanlığın Mahrem Tarihi” isimli kitabını
araştırırken karşılaştığımız Evin Esmen ve Arda Kısakürek isimli iki Don Kişot’nun
zamana iz bırakma ve topluma borçlarını ödeme konusunda yapmış oldukları akıl
dışı “Bizimkiler/Anadolu Merkezli Dünya tarihi" isimli çalışmaları oldu.
Tamamen bir alıntı linkini takip
ederek ulaştığımız çalışmalarını ilk bakışta algılayamamakla beraber
merakımızın peşinden gidip incelemeye çalışınca bu devasa çalışmayı fark ettik
ve hayret ettik.
Bizi bu kadar hayrete düşüren bu
çalışmanın hiçbir ticari hiçbir Tanıtım faaliyeti kapsamında olmadan “Ücretsiz”
bir biçimde ilgilenenlere sunulması idi.
Şu an için 27 cildi bulan Medeniyetler
tarihi çalışmasının her türlü övgüye, ödüle ve ilgiye değer olduğunu belirterek
bu iki Kahraman insana teşekkürlerimizi borç biliriz.
Önsöz olarak her iki yazarın ayrı
ayrı kaleme aldığı metinlerde Arda bey çok güzel ve çoğunluk fikirlerine canı
gönülden katıldığımız görüşleri bizleri inanılmaz derecede heyecanlandırdı ve
gururlandırdı.
İlgili çalışma Adresi : http://www.dunya-tarihi.com/
iyiturks
Önsöz Arda Kısakürek
Bu kısa tanıtım ve şükran yazımızdan sonra sizleri de etkileyeceğine
inandığımız çalışmanın önsözü ile baş başa bırakıyoruz. Saygılarımızla, iyi okumalar
1999 yılında çalışma hayatımızı
kapatıp, köşemize çekildiğimizde, senelerce sanayide ve üretimde çalışmış
kişiler olarak gönlümüzün rahat olması gerekirdi, ama öyle değildi. Ülkemizde
ve dünyada olup bitenleri tam olarak değerlendiremiyor, bu ülke için ne
yapılabilinir sorusu dönüp dolaşıp karşımıza çıkıyordu. Olup bitenleri daha iyi
anlayabilmek ve yorumlayabilmek için Tarih’i öğrenmeye karar verdik.
Kendimizi yani “ bizi “ tanımak istiyorduk. Sanayide çalışırken ilkokul
mezunu bile olmayan insanların, en ileri teknikleri ne kadar çabuk
kavradıklarına ve bununla da yetinmeyip onları nasıl geliştirdiklerine
defalarca şahit olmuştuk. Fedakârca, çoğu zaman kendilerini hiçe sayarak
çalışıyorlardı. Hâlbuki pek çok şart aleyhlerine idi. Tek oda evlerine
döndüklerinde uyuma imkânları olmamasına rağmen gece vardiya tutuyor,
uykusuzluk ve yorgunluktan başları düştüğünde de, yakalanırlarsa,
cezalandırılıyorlardı. Karşılığını yeteri kadar almadan durmadan çalışıyor ve
aleyhlerine cereyan eden olayları büyük bir tevekkülle karşılıyorlardı.
Onların, Kıbrıs olayları sırasındaki heyecanlarını ve bıraksalar nasıl
atılacaklarını yaşamıştık. Haysiyetlerine ne kadar düşkündüler. Her cefaya
katlanırlardı ama başkası “ ne der “ e dayanamazlardı. Tek istekleri güvendi,
şerefleri ile başları dik yaşamak istiyorlardı. Yarı aç, yarı tok yaşamak
sonraki bir şeydi ve çok da önemli değildi. Tek istekleri olan güven ve saygıyı
onlara ne iş yerleri, ne de ülkeleri vermiyordu. Ama onlar, küçük karıncalar
olarak, birbirine tutunuyor, yoktan var ediyor ve bunu fark etmiyorlardı.
Ramazanda oruçlarını tutuyorlardı. Fırsat bulurlarsa namaza gidiyorlardı.
Ama kimseyi de bunları yapmıyor diye yargılamak akıllarından geçmiyordu. Dindar
mıydılar, hiç anlayamadık. Dinlerini biliyorlar mıydı, sanmıyoruz. Peki,
öyleyse yaptıkları neydi. Kendilerinden olmayanları ( başka din ve ırktan ) hiç
yadırgamadan karşılıyor onlarla hemen kaynaşıyorlardı. Bunlar köylülükten yeni
işçi olmuş insanlardı. Hala kökleri köylerdeydi. Aradan birkaç nesil işçi
olarak geçmemişti ama onlar teknoloji ile hemen bütünleşmişlerdi. Ne kadar
olgun ve ne kadar insandılar.
Kimse hakkında kötü söylediklerini görmedik. Hatta yapılan yanlışları
bile, başkasını gammazlamak ağırlarına gittiğinden söylemezlerdi. Kendi
hallerinde insanlardı. Kimse onların ne kadar fedakâr olabileceğini, nasıl
onların bir kaplan kesilebileceğini anlayamazdı.
Peki, bizim insanımız böyle ise, niye dünya bizi düşman bellemişti. Biz
ne yapmıştık ta, bizden bu kadar korkuluyor, tiksiniliyor ve uzak durulmaya
çalışılıyordu. Hâlbuki savaş meydanlarında düşmanlarımızın bize saygı duyarak
ayrıldığını biliyorduk. Biz Libya’da, Balkan Savaşında, Birinci Dünya
Savaşında, İstiklal savaşında çarpışmış olan, öldürmüş, yaralamış ve yaralanmış
olan, dedelerimizi, amcalarımızı tanımıştık. Onlar bize göre “ ensesine vur,
lokmasını al “ insanlardı. Ufak, tefektiler, kimse onların Yemen’de,
Galiçya’da, Kanal’da ve daha pek çok yerde aşsız ve kurşunsuz, sadece yüreği
ile dövüştüğünü anlayamazdı. Kimse onların, gözlerinin önünde yaralı
arkadaşları kesilirken, kurşunları olmadığı için yaralılarını koruyamadıklarını
ama hep bunun acısı ile yaşadıklarını anlayamazdı.
Savaşmaktan başka bir şey yapmamıştık ta ondan mı, Avrupa bizi sadece
kaba kuvvet olarak görüyordu. Bizim bulunulan gelişmişlik seviyesine katkımız
var mıydı, varsa neydi? Sahi, gelişmiş bir dünyada mıydık? Gelişmişlik,
televizyon, otomobil, çamaşır makinesi miydi? Bizim komşularımız, o birkaç
kuruşla geçinen insanlar, misafir gelince neden yoktan var ediyorlardı.
Hiçbir şeyi doğru dürüst organize edemiyorduk. Sistem kurmak bizim
harcımız değildi. Öyleyse, nasıl, gurbetçilerimiz kısa sürede işveren
oluyorlardı. Meclisler kanunlar çıkarıyor, ama onları kimse uygulamıyor ve
hemen kanunları delmenin yolları bulunuyordu. Bizi yönetmek ne zordu. Ama biz
de birilerini yönetmeye neden bu kadar meraklıydık. İşin garibi, yönetimi
kolayca ele alıyor ve etki alanımızı genişletiyorduk.
Halkımız örtünüyordu. Peki, kaç, göç var mıydı? Cinsel açıdan halkımızın
geniş bir hoşgörü içinde olduğunu izlediğimizi sanıyorduk. Ama töre
cinayetlerine ne demeliydik. Hala kan davası güdülüyordu. Kan davasında cezadan
kurtulmak için küçücük çocuklarımızı hapse yollamaktan çekinmiyorduk. Hatta
onları sanki hiç umursamıyorduk. Biz topluma duyarsız kişiler miydik?
Devlet Baba’dan durmadan bir şeyler istiyorduk da, devlete ne veriyorduk.
İçimizde vergi kaçırmayan kaç kişi vardı. Devlet için canımızı veriyor ama
paramızı vermiyorduk. Aramızdan birileri çıkıyor, deveyi hamutu ile
götürüyordu. Biz de bunu Hollywood filmi seyreder gibi seyrediyorduk. Ama çok
iyi fıkralar ve karikatürler üretiyorduk. Hayatla alay etmek, onu Karagöz
perdesinde izlemek nasıl bir mirastı.
Dostumuz, kardeşimiz, birbirimizi en iyi anladığımız Ermeniler, bizi
onların soyunu tüketmekle suçluyorlardı. Hâlbuki biz, karşılıklı feci olaylar
olduğunu ama bu olaylardan hem Müslümanların ve hem de Ermenilerin çok zarar
gördüğünü biliyorduk. Dedelerimizin anlattıkları hafızalarımızdaydı. Ne kadar
çok Ermeni’ye, Anadolu’nun her yerinde evimizi açmıştık. Ölmüştük,
öldürülmüştük ama hınç duymamıştık. Sahi biz herhangi bir ulusa hınç duyar
mıydık? Biz tarihte kimsenin soyunu tüketmiş miydik? Neden, Ermenilerin
yalanlarına diğer uluslar gönüllü olarak inanıyorlardı. Biz ayrım bilir miydik?
Bizde toplum hafızası, dendiği gibi, yok muydu? Yoksa vardı da biz onu saklar
mıydık?
Arda çocukken, Beylerbeyi’nde, Arabacılar sokağında yaşamıştı. Sokağın
iki tarafında birbirine yaslanmış, köhne, iki katlı, ahşap evler vardı. Bu
evlerin çoğunda kocalarını, babalarını cephelerde kaybetmiş dul yaşlı kadınlar
yaşardı. Akşamleyin evlerden ut sesi ve yanık serhat türküleri yankılanırdı. Bu
sokakta acı ve gurur vardı. Hanımlardan biri, Arda’yı evladı gibi seven Hayriye
teyzenin annesi Huriye teyze, kurabiye yapar ve çocuklara masallar anlatırdı.
Ama ne masallar “ Bir varmış, bir yokmuş, evvel zaman içinde, kalbur saman
içinde, ben annemin beşiğini tıngır mıngır sallarken… ‘. Bal kızlar, yılan Şahmeranlar, Zümrüt-ü Anka
kuşları, Kafdağı, kurt anneler, kız kaçıran ayılar, insanlar hayvanlar iç içe
yuvarlanır giderlerdi. Uçan halıları, Sultan Süleyman’ı, sonradan Binbir Gece
Masallarında veya Dede Korkut hikâyelerinde okuduğumuz pek çok masalın
benzerini biz bu masallardan öğrendik. Onlarda şiddet yoktu, korku yoktu, fedakârlık,
adalet, doğanın bütünlüğü, insanın yükümlülüğü vardı. Dürüstlük ve güven dilden
dile aktarılır, toplumun hafızasında sağlam bir yer edinirdi. Bu masallarla
büyümüş insanlar vahşi olabilirler miydi? Olurlarsa neden olurlardı.
Tarihi öğrenmeye çalışırken bir taraftan da notlar alıyorduk. Notlar
birikince ve biz bir şeyler anlamaya başlayınca, daha önceki bilgilerimizin
dışında bir süreç olduğunu fark ettik. O zaman bilgimizi, diğer insanlarla
paylaşmaya karar vererek, yazmaya başladık. Yazdıklarımız, “ faydalanılan
kaynaklar “ kısmında görüleceği gibi daha önce incelenmiş ve yazılmış
bilgilerdi. Ancak biz onları bir araya getirerek, birbiri ile ilişkilerini
ortaya çıkarmaya çalışarak ve zaman zaman yorumlayarak, bizim incelediğimiz
kaynakları okumaya vakti olmayanlar için, bütünlük içinde bir özet hazırladık.
Tarihte yeni bilgi ve yaklaşımlar şüphesiz ki bu konunun uzmanlarının
yapabileceği bir işti. Ama bizim gibi farklı konuda eğitim görmüş ve ekmeğini
kazanmış kişilerin de bilinenlere birikimleri ile bir katkı sağlaması mümkündü.
Biz tarihi incelerken ve yazarken, bunu Anadolu toprakları etrafında
şekillendirmek istemiştik. Şimdi sizler birinci kitabı okurken, biz on altıncı
cildin üzerinde çalışıyoruz. Tarihte epey ilerlemiş kişiler olarak, bu
toprakların ne kadar değerli olduğunu daha iyi anlayarak, doğru bir yol
tuttuğumuza seviniyoruz. İnsanın ilk toprağa yerleştiği yerlerden birindeydik.
Dünyanın ilk devletlerinden birini kurmuştuk ve tüm tarih boyunca, çeşitli
adlar altında özgün devletler kurup, yaşatmaya devam etmiştik. Helen
Uygarlığına katkımız, Yunan ana karasından az değildi. İtalya’da kurulan Roma,
ancak bu topraklarda yaşamaya devam etmişti. Bir sürü din bu topraklarda
doğmuştu. Hıristiyanlığı bu topraklar kurmuştu. Müslümanlığa bu topraklar
kendine özgü bir ufuk açmıştı. Bu topraklar aşkın topraklarıydı.
Okuyacağınız kitap, kendimizi aradığımız kitaptır. Olaylar zamanda dikey
değil yatay incelenmiştir. Tarihten alınacak ders çoktur. Ama en önemlisi “
İnsan ne ekti ise kendi ekmiştir. İnsan ne ekti ise onu biçmiştir “.
Unutulmasın, tarih gösteriyor ki, iyi veya kötü her yapılanın sonuçlarını
yapanlardan fazla gelecek nesiller görürler.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
iyi ve güzel...