iyiturks olarak bir blog açma ihtiyacımız, bizi bunaltan ve yeter artık
denilen noktaya sürükleyen, bilgi alma kaynaklarındaki rahatsız edici
yaklaşımlar idi. Yola “Bizleri
yönlendiren bizlere en yakın olan bilgilendirme araçlarında genellikle öne
çıkan tercihlerden farklı olarak burada iyi ve güzel olanları paylaşmayı
istiyoruz... Okurken, dinlerken,izlerken ruhuma mutluluk, huzur, keyif gibi hoş
duygular bırakan ne olursa burada paylaşıp aktarmak istiyoruz.” Temenni ile
çıkıp, zaman zaman;
“Altı milyardan (6.000.000.000) fazla insan,
binlerce şehir, kurum, yayın, yüzlerce ülke var. Bunların oluşturduğu
yüzbinlerce haber... Bize ulaşan, gözümüze, kulaklarımıza, beynimize ve
kalbimize yerleşen neden bu kadar kalitesiz, kötümser, iç karartıcı ve basitçe
olanları. Dünyamızda hergün bize ulaşmaya değer sadece savaşlar, katliamlar,
protestolar, cinayetler, kavgalar, hakaretler, ahlaksızlıklar,
yolsuzluklar,tüketim çılgınlıkları,içi boş gösteriler mi var.
Milyarlarca insandan, binlerce
kurum ve kuruluşlarda geriye kalanlar bu mudur? Gündemimize gelmeye değer
güzellikler, mutluluklar,sevinçler,iyilikler nerede. Bu dünyada hergün
cehennemlik hayatlar mı yaşanıyor? Niçin iyi ve güzel şeyler öne çıkarılmıyor?
Niçin dünyadaki olumlu yaşananlar bizlere ulaştırılmıyor? Haber kaynakları,
bunları yönetenler, yönlendirenler sadece kötü ve çirkin olanları mı görüyor? “
şeklinde isyankâr haykırışlarımız olmuştu.
Yıllardır çalışmalarını, eserlerini uzaktan gıpta ve hayranlık ile takip
ettiğimiz çalışkan, üretken ve donanımlı düşünürümüz Alev Alatlı’nın yeni
kitabı nedeni ile gündemimizde sıkça yer alması bizi tekrardan çalışmaları
üzerinde yoğunlaşmaya teşvik etti. Kendisi ile aynı bilgi birikimine, aynı
düşünce üretme ve hazmetme eşiğinde olmamamız nedeni ile algılama ve eşlik
etmede yavaş kalsak ta söylemlerini belli seviyelerde yakalayarak
anlamlandırmaya çalışmaktayız.
İnternet sayfasında yapmış olduğumuz okumalarda “DEĞERLER KAYBI, “Yellow Press”
vs. “ isimli makalesinde yer alan “Yellow press” kavramı ve anlattıkları bizim
yola çıkmamızdaki en temel şikâyet konularımızın karşılığı olduğunu algılamak
bizleri heyecanlandırıp mutlu etti.
Heyecanlandık çünkü bu rahatsızlığımızın bize özgü olmadığını ve medyanın
bilinçli olarak kullandığı bir yöntem olduğunu ve bu rahatsızlığımızda haklı
olup, yalnız olmadığımızı anladık. Sevindik çünkü medya konusundaki kıt bilgi
darağacımıza çok önemli bir kavram katarak küçükte olsa bir ilerleme daha kaydedebildik.
Bu heyecan ve sevincimizi aktarıp sizlere bu makaleden küçük bir alıntı
yapıp, meramımızı sizlerle paylaşmak istedik. Sayın Alev Alatlı’ya yürekten
sunduğumuz teşekkürlerimiz ve anlaşılmak dileğimiz ile, mutlu kalın
iyiturks
DEĞERLER KAYBI, “Yellow Press” vs.
(kısmi alıntı)
- Bugün Türkiye’de basın tarafından oluşturulan yeni bir gerçeklik alanı
sanki hayatın kendisinin yerini alıyor. Bu nasıl bir yanılsamadır? Sanki bir
tarafta basın tarafından takdim edilen bir Türkiye var diğer tarafta da gerçek Türkiye. Bu tuhaf durumu nasıl
değerlendiriyorsunuz?
Üstenci olduğu kadar da donanımsız medya, asıl vasfını, yani, ülke
insanının yaşam serüvenine ayna tutan, yaşam serüvenini yansıtan mecra
hüviyetini kaybeder, “taraf” olur. “Üstenci” sıfatını açayım: ülkemizde basın,
varoluş nedeni yönetimi ele geçirmek olan kadim Babı-ali/jöntürk geleneğinden
gelir. Babı-ali/jöntürk alışkanlığı, haber üretiminin aydınlanmacı bir uğraş
olarak olarak algılanması şeklindedir; haber vermek değil, haber yapmak
şeklinde tezahür eder. Haber vermek,
objektivite içerir, haber yapmak ise değer yargısı. Revaç vermek istediğiniz olayı haber
yaparsınız. Bu bir. İkincisi, muhabirle sütun yazarı arasına dillendirilemeyecek
kadar derin bir maddi-manevi getiri uçurumu koyan gazeteler, “manifesto”
hüviyetine bürünürler. “Manifesto” yazımı, Babı-ali/Jöntürk alışkanlığının
devamı olup, günümüzde halen “sütun yazarları” ve/veya “anchorman”ler
tarafından sürdürülmektedir. Öte yandan manifestolar, doğaları icabı
obskürantisttirler. Dolayısıyla, haber tüketicileri, olaylara indirgenmiş veya
abartılmış haberlerden muttali olurken, hadiselere katılamaz,
yönlendirilmelerinde katkı sağlayamazlar. Hal böyle olunca, basın, kendi
kurguladığı “gerçeklik”le hemhal olur. Dahası, birinci, ikinci ve üçüncü
erkleri de kendisine göre biçimlendirir.
Yeri gelmişken, Türkiye’nin resmini altüst eden bu köklü değişim
sürecini irdeleyen, tartışan, sorgulayan, sonuca dönük çıkarsamalara yönelen
üniversite olmalıydı. Neden, üniversite? Çünkü, ulusumuzu, kör dövüşü şeklinde
geliştiğini gördüğümüz köksüz liberalizmden de sakınabilecek bir kurum varsa, o üniversitedir.
Üniversitenin değişim sürecinden tecridi obskürantizmin nihai zaferidir.
- Obskürantizm kavramını soracağım
ama köksüz liberalizm dediniz. İşaret ettiğiniz bu tehlikeyi biraz açar
mısınız?
Şöyle söyleyeyim; liberalizm, her şeyden önce düşünce ve kanaatleri dillendirme
özgürlüğüdür. Bilgi ve düşünce arama özgürlüğü, bilgi ve düşünce edinme
özgürlüğü, bilgi ve düşünce yayma özgürlüğü, bunlar liberalizmin gelmiş geçmiş en ünlü
teorisyenlerinden John Stuart Mill’in (öleli 140 yıl oldu) dökümleri. Basının
da, tarafsız mahkemelerin de varlık nedenleri liberalizmdir. Kör dövüşü şeklinde gelişen liberalizm
derken, kavramın özünü göz ardı eden, ekonomik telmihlerine yarım yırtık revaç
veren liberalizmden bahsediyorum. Kendimizi kandırmayalım, bayağılık devam
ediyor – düşünce dünyamızı ıslah edebilecek yegâne mercinin üniversite olduğunu
savunuyorum. Üniversitenin işi bu.
- Obskürantizm demiştiniz. Oraya
dönersek..
Rahmetli Cemil Meriç’in sık sık
üstünde durduğu bu kavramın yakın zamanda rastladığım güzel bir çevrisi
“bilmesinlercilik.” Bilgiye sahip
kişilerin, bilgiyi kendi çıkarları ölçüsünde kullanarak, gerektiği yerde
gerektiği kadarı verilmelidir şeklindeki fikriyatının açılımı... bilgiye sahip
olanların paylaşmak istemeyip tekellerinde tutmak istemeleri durumu... Bilimin
ve özgür düşüncenin yayılmasının önündeki en büyük engel. “Bilmesinlercilik”
düşünce özgürlüğünün en büyük düşmanı.
- Peki, her gün artan teknoloji
imkanlarıyla beraber iletişimin kolaylaştığı hatta şeffaflığın ve
gizlenemezliğin giderek hakim olduğu varsayılan bu çağda; nasıl oluyor da bir
yandan obskürantizm zafer kazanabiliyor?
Nicelikten değil, nitelikten bahsediyoruz, Başar bey. İnternete
bakın, haberlerin kendilerini sürgit
ve hemen aynı kelimelerle yinelediklerini görürsünüz. Sütun yazarlarının sıkça
rastladığımız itiraflarıdır: meslektaşlarının yazılarını okumadan kendi
yazılarını yazmazlar/yazamazlar. Özgür ve özgün kaç sütun yazarı tanıyorsunuz?
Onun için diyorum, “bilmesinlercilik” düşünce özgürlüğünün en büyük düşmanı,
meşru basının düşmanı; “yellow journalism” dedilen olgunun amentüsü.
- Yellow Journalism?
Evet “sarı basın,” 1900’lü yılların başındaki ABD basınını tanımlamakta kullanılan bir kavramdır. O yıllarda birbirlerini iflâs ettirmeye
yeminli iki medya patronu vardır, New
York Journal’ın sahibi, William Randolph Hearst; diğeri, The New York World’ün sahibi olan
rakibi Joseph Pulitzer. Hani siz diyorsunuz ya “bugün Türkiye’de basın
tarafından oluşturulan yeni bir gerçeklik alanı” var diye, o yılların
Amerika’sında da bu iki medya patronu ortaklaşa bir “düşman” yarattılardı:
İspanya. Başkan Teddy Roosevelt, eşine
ender rastlanan bir fırsatçılıkla, böylece yaratılan düşmanı ABD ordusunun
gücünü sınamak için kullandı. Amerikan tarihinin “en anlamsız savaşı” olarak
bilinen 1898 İspanyol savaşı böyle çıktı.
Bu savaş, ne toprak, ne yeni pazarlar, ne ideolojik dürtüler, ne de onur
korumak için girişilmiş bir savaştır.
Bilmek istersiniz diye söylüyorum, bunlardan William Randolph Hearst,
günümüzde 16 tanesi günlük, 49’u haftalık gazetelerine ilâveten ortağı olduğu
115 yayın organı, 17 kadar da dergisi olan Hearst Communications, Inc. isimli
medya yığışımının sahibi. Çoğu halen
bizde de basılan dergilerden Cosmopolitan, Esquire, Harper's Bazaar’ı
hatırlarsınız. Hearst’ın ayrıca 28
televizyon kanalı olan bir de görsel karteli var ki, History Channel da bu
kanallardan birisidir. History
Channel’da yayınlanan belgesellerin ne denli sahici olabileceğine siz karar
verin. Joseph Pulitzer ise günümüzde
Nobel ödülünün Amerikan karşılığı olan Pulitzer Prize’ın hamisi olan adam. Sarı
basının tanımlayıcı iki unsuru: “skandal tellallığı” ve “sansasyonalizm.” Meşru
haberler, daha çok gazete satacağına inanılan gözalıcı manşetlere kurban
edilir. Birinci sayfanın spordan,
cinselliğe kadar çok sayıda haber içermesi adettendir. Bu haberlerin siyah-kalın
puntolarla verilmeleri, renkli fotoğraf ve/veya çizimlerle desteklenmeleri de
öyle. Günümüz Batı dünyasında sarı basına gösterilen
örnekler arasında İngiliz “Sun” Alman “Bild”
vardır.
- Peki bizde?
Ulusal basınımızın önde gelen gazetelerini gözlerinizin önüne şöyle bir
getirin. “Sarı Basın” kavramının ders kitabı örnekleri olduklarını
göreceksiniz. “Sarı gazeteciliğin
bir diğer özellliği de ‘menşei belirsiz
haber kaynaklarına’ iltifat etmesi, ve
utanmazlığa varan ölçülerde (unabashed) kendilerini övme temayülleri”dir,
denir. En büyük gazete, en güçlü gazete,
en yaman yazar gibi. Sarı Basın
konusundaki derinlemesine araştırmaların önde geleni Missouri Üniversitesi
Basın Yayın Fakültesi dekanı, tarihçi
Dr. Frank Luther Mott’un 1941’de yayınlanan kitabı olması, üniversitenin
basınla baş edebildiğini göstermesi açısından ayrıca önemli sayılır. Dr. Mott,
sarı basının beş kriterini şöyle sıralar:
- Çoğunlukla sıradan olayların büyük puntolarla ve korkutucu kelimelerle verilmesi (İstanbul, depreme teslim; Çocuklar yangında kebap oldu)
- Bol bol resim veya illustrasyon kullanımı
- Uydurma röportajlar, çift anlamlı kelimeler, sözde-bilimsellik, sözde uzmanların fetvaları
- Bol renkli ilaveler, ekler
Düzenden muzdarip olanlara dramatik yandaşlık (Zabıta konducu Hatice teyzeye acımadı) Sarı Basın, etik dışı habercilik yapar,
haberleri sistematik bir biçimde kendi
siyasi tercihleri yönünde saptırır,
dramatize eder. Okuru, korkutur ya da uçurur. “Bilmesinlercilik,” kör döğüşüne
revaç verir, düşünce ve ifade özgürlüğünü ortadan kaldırırken, Sarı Basın,
katliamlara, darbelere münbit zemin hazırlar, bazen de Amerikan örneğinde
olduğu gibi savaşlara neden olur. Mamafih, Kardak krizini hatırlayanlar,
Türk-Yunan savaşının kıyısından döndüğümüzü bileceklerdir. Güneydoğu’ya ilişkin haberleri irdelemeye
dilim varmıyor. Sarı basın, hükümetler devirir.
Seçim kazandırır, seçim kaybettirir, kurumları gözden düşürür ya da
yüceltir. Ve tabii “bayağılaşma” olgusuna çanak tutar.
- Bu hep böyle değil miydi?
Şundan onbeş-yirmi yıl önce hayal edilemeyen ciddiyetsizlik ve bayağılık,
düşman bir gücün cephaneliği gibi üstümüze yağıyor. Ve biz bu amansız saldırıya karşı başta
üniversite olmak üzere en temel destek sistemlerimizi, mukaddeslerimizi
güçlendirmeye çalışacağımız yerde, onları kırıp dökerek, sökerek cevap veriyor,
garip bir aymazlık içinde tek taraflı düşünce
ateşkesi imzalıyoruz. Oysa, ülkemizin,
hemen her cephede, ahlâk ve vicdan açığı verdiğini, bu durumun çoklu ahlâk sistemleri
benimseyerek çözülemeyeceğini hatırlamamızda hayati yarar var.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
iyi ve güzel...