Hürriyet
Gazetesinin düzenlediği Bumerang ödüllerinde en iyi blog ödülünü alan Egoist
Okur'un yaratıcısı gazeteci Gülenay Börekçi, arkadaşımız Sayım Çınar'ın
sorularını yanıtladı; Egoist Okur, nasıl doğdu, içinde neler var, kimler
katkıda bulunuyor, kaç kişi takip ediyor, Egoist Okur'la ilgili yeni planları
neler?..
Edebiyat
dedikodudan ibarettir ama bütün dedikodular da edebiyat değildir
Habertürk’ün
hafta sonu eklerinde çalışan Gülenay Börekçi yi uzun yıllardır tanırım. Bu
röportajı yapmak için aylardır peşinden koştuğumu da belirtmeliyim. Oğuz
Atay’ın “Tutunamayanlar” polemiği patladığında, tartışmayı bir adım öteye
götürmeye, Tutunamayanlar’ın dokunulmazlığını sorgulamaya ilk cesaret eden
Gülenay Börekçi’nin Egoist Okur adlı bir
internet sitesi oldu. Bütün yıl başka bir sürü enteresan haber, röportaj, yazı
okuduk Egoist Okur’da. Bahadır Baruter’in ülkesine sitem mektubunu, Altay
Öktem’den 30 bin kitabın “tutuklanma” hikayesini, “ermiş” Paulo Coelho’nun
satanist olarak geçirdiği yılları, Tolstoy’un büyük aşkı Prenses Elisabeth
Obolenskaya’nın gazetede resmini gördüğü yakışıklı bir Türk’e âşık olarak
ülkesini terk edişini, sonra da Reşat Nuri Güntekin’in kuzeni olan o Türk’le
evlenmesini, Yıldız Savaşları’nın yönetmeni George Lucas’ın bir Halide Edib
hayranı olduğunu hatta The Greedy Heart of Halide diye bir belgesel çektiğini,
romancı Dave Eggers’ın ödüllü romanı Ne Nedir’i Datça’da tatilde yazdığını,
Survivor gibi reality show’ların bir Türk psikologun 50 yıl önce ABD’de
gerçekleştirdiği toplumsal deneyden ilham alarak yaratıldığını, bu yıl yaşanan
sahte Nobel hadisesini ve daha neleri neleri…
Sonunda
Egoist Okur adlı bu güzel, zengin ve ödüllü blogun yaratıcısı Gülenay
Börekçi’yle konuşmaya karar verdim. Habertürk gazetesinin hafta sonu eklerinde
çalışan, kitap ekini hazırlayan ve şimdilerde HT Cumartesi’de kitaplara dair
Kâğıt Kokusu adlı köşeyi yazan Gülenay bize çok ilgi gören blogunu ve edebiyat
dünyasını son zamanlarda olup bitenleri anlattı…
Gülenay, seni ilk
olarak Hürriyet binasında, Amica ve Biba gibi dergileri çıkardığın yıllardaki
sohbetlerimizde tanımıştım. Picus dergisiyle medyadaki en parlak edebiyat
gazetecilerinden biri olarak çıktın karşımıza. Şimdi Habertürk’tesin. Şunu
soracağım: Kitaplardan çok yazarlarının haber olmasına ne diyorsun? Son olarak
Orhan Pamuk’un gizli aşk ilişkileri gündeme geldi…
Yazar haber olur tabii Sayım’cım, niçin olmasın? Dünyanın her yerinde olur. Orhan Pamuk’un son iki ilişkisine dair o bilgileri öğrenip de susacak bir gazeteci düşünemiyorum ben. Bu işin magazini de yazılacak, reklamı da yapılacak, hadisesi de çıkacak elbette. Hem ne bileyim, Türkiye’de rakı masasının başına oturduklarında yazarlar sadece edebiyatı mı kurtarıyorlar? Nasıl hararetli dedikodular dönüyor oralarda, sen de biliyorsun. Kendilerinin her fırsatta eğlenerek yaptığı şeyi gazetecilerden görünce kızıp köpürmesin kimse.
Ama sen dedikodu
yazmıyorsun…
Yazmıyorum.
Sohbete katılırım, konuşulanları dinlerim ama işin o anlamda magazinini yapacak
ne arzum vardır, ne becerim... Bir de herkes bilir; ben röportaj yaptığım
kişiyi koruyup kollarım. Ağzından kaçırdığı sözleri kendisi fark etmese bile
onun yerine endişelenip röportajdan çıkardığım olur. Fakat karşı değilim,
edebiyatın da bir nevi magazin çabası olduğunu, kapalı kapılar ardında
yaşananları ortaya çıkarmayı, görünmeyeni görünür kılmayı denediğine
inanıyorum. En azından roman için bu böyle. Jane Austen, Henry Fielding, Henry
James, Vladimir Nabokov, Philip Roth, John Updike ve tabii ki gerçek hayatta
tanıdığı kişileri ve sırlarını yazmakta hiç sakınca görmeyen Truman Capote en
nadidesinden dedikodu yazarları sayılabilirler. Tabii bu işi çok lezzetli bir
şekilde yapmışlar, o ayrı. Zaten Capote’nin lafıdır, “Edebiyat dedikodudan ibarettir” demiş. Ama
işte bütün dedikodular da edebiyat olmuyor, değil mi? Sonuç olarak ben, muhtevası
ilginç değilse, seviyesiz bir dille yazılmışsa o haberden hazzetmiyorum. Bir de
şu var: Okuru kaçıran dedikodu değildir. Okur kaçarsa niye kaçar biliyor musun,
çalakalem yazılmış kötü kitapların reklamla şişirilmesinden, reklamı veriliyor
diye ha bire dergilere, gazetelere haber olmasından, tanıtım yazılarında o
kitapların kusurlarına, ne bileyim hiç değilse içlerindeki bozuk cümlelere ve
imla yanlışlarına hiç değinilmeden methiyeler düzülmesinden kaçar.
Kitaplardan mı kaçar?
Yok
canım, kitaplar üzerine okumaktan kaçar, dergilerden kaçar. Bir konuda içim
rahat. Bunca keşmekeşin ortasında başta bir parça bocalasa da okur artık
kendini son derece özgür hissetmeye başladı, canının istediğini okuyor. Ara
sıra gaza gelip berbat bir yazarın sözü edilmeye değmez bir kitabını alsa bile
o yazarın ikinci kitabına yüz vermiyor. O yüzden de kısa süreli sansasyonların,
satış patlamalarının devamı pek gelmiyor. Anlayacağın, okumak söz konusu
olduğunda okuyucu sonuna kadar egoistçe davranmakta bir sakınca görmüyor.
İşte,
ben de konuyu oraya getirmek istiyordum. Egoist Okur adlı bir blogun var.
Blogu, okumanın daha egoistçe ama zevkli biçimleri olduğunu kendine ve
başkalarına hatırlatmak için yaptığını söylemişsin...
Hep
söylüyorum, hayatta en çok yaptığımız şey okumak. Bütün gün durmadan okuyoruz;
harfler, işaretler, rüyalar, ruh halleri… Kahvaltıda içtiğimiz sütün yağlı mı
yağsız mı olduğuna bakıyoruz, vapur saatlerine, gazete manşetlerine, trafik
tabelalarına, dergilere, reklam panolarına, tweet’lerimize, facebook
iletilerimize göz atıyoruz, e-postalarımızı cevaplıyoruz… Rimel mi alacağız;
önce kutusunu okuyoruz. Lokantaya mı gittik, ne yiyeceğimize karar vermek için
menüyü istiyoruz. Kahve falı bakarken bile, aslında okuyoruz. Dediğin gibi ben
Egoist Okur’u, okumanın daha egoistçe ama zevkli biçimleri de olduğunu kendime
ve başkalarına hatırlatmak için yaptım. Kimseye aldırmadan sadece kendini
düşünerek, mecburiyetlerini unutarak, şahsi tercihlerinin peşine takılarak
okumaktan güzel şey yok!
Neler hayal etmiştin
blogu açarken?
Geçen
yılın başlarıydı. Düşüp ayak bileğimi kırmıştım ve iki ay kanapeye çakılı
yaşamak zorundaydım. Habertürk’te yazdığım için mutluyum ama o kanape esareti
sırasında, kendime ait bir mekanım olmasını, kimseye hesap vermeden sadece
canımın istediğini yazabilmeyi çok istedim. Araya kitap notları ekleyecek,
böylece bir nevi okuma günlüğü oluşturacaktım.
Şimdi o hayallerin
neresindesin?
Meğer
içimde uzun süredir uyuklayan dergicilik canavarı çıkmak için fırsat
kolluyormuş. Egoist Okur çok geçmeden oyun bahçesi gibi cıvıl cıvıl, sürprizli,
iç karartmayan ama gerektiğinde sözünü sakınmayan, tavırlı bir dergiye dönüştü.
Dergicilik hayatta en iyi yaptığım iş. Hep söylüyorum, ilk dergisini ilkokul
beşteyken daktilo ve uhu yardımıyla yaratmış, üstelik bu işten birkaç kitap ve
şekerleme alacak kadar para kazanabilmiş biriyim sonuçta.
Neler var Egoist
Okur’da?
Her
şey bir kitabın konusu olabilir, haliyle sloganı “Kitaplar ve başka güzel
ihtimaller” olan Egoist Okur’un da konusu olabilir... Öncelikle kitaplar var
elbette. Ben bir müzik manyağı olduğum için bol bol da müzik var. Egoist
Okur’un “Efkâr Karması” adıyla ünlenen şarkı listelerini her seferinde ünlü bir
isim hazırlıyor. Sonra videolar, haberler, röportajlar, polemikler, yazma
dersleri, içeriden bilgiler, oyuncaklı yazılar, fotoğraf albümleri, sitede yer
almasa kimsenin ruhunun duymayacağı güzel nesneler... Çocuk kitapları için bir
bölüm bile var. Yok, yok anlayacağın!
İnternet edebiyata ve
okura nasıl bir kanal açıyor? Örneğin bir edebiyat dergisinin yapamayacağı
neleri yapıyorsun?
Sadece
Egoist Okur değil, birçok site, mesela çok sevdiğim Afili Filintalar, edebiyat
dergilerinin yapamayacağı birçok şeyi yapabiliyor. Bir kere internette
multimedya olanaklarını sınırsız kullanmak mümkün. Sonra yazdığın yazıyı
matbaayı, renk ayrımını filan beklemeden yayınlayabiliyorsun. En güzeli
okurların olumlu veya olumsuz tepkilerini anında görüyorsun. Fakat
abartmayalım, Egoist Okur, bir edebiyat dergisi değil. Bunun için kalabalık bir
ekibe ve daha çok zamana ihtiyaç var, oysa ben çok yoğun bir iş temposunun izin
verdiği zamanlarda, tek başıma hazırlıyorum blogumu. İnternetin dergiciliğin
yerini alabileceğine de inanmıyorum. Bir kere internet okurunun uzun, ayrıntılı
yazılara tahammülü yok. Kendine has bir dil geliştirebilmişsen ve bu okurun
hoşuna gitmişse ayakta kalıyorsun. İşin aslı, dergiler ve bloglar rakip
değiller, birbirlerini tamamlıyorlar. Kendi adıma ben, başta Notos ve Roman
Kahramanları olmak üzere birçok dergiyi zevkle okuyorum. Şimdiki hayalim Egoist
Okur’un televizyon versiyonunu yaratmak. Vakti gelince...
Kaç kişi ziyaret
ediyor günde?
Günden
güne değişiyor ama Egoist Okur’u ayda ortalama 75 bin kişi ziyaret ediyor.
Hürriyet Gazetesinin
düzenlediği Bumerang ödüllerinde birincilik kazandın. Gurur duydun mu?
Sayım’cım
nasıl soru bu? Havalara uçtum. Sonuçta
içeriğinden tasarımına her şeyiyle bana ait olan, hayatımın çok zor bir
döneminde tek başıma, üstelik su katılmamış bir internet cahiliyken sora sora,
okuya okuya, öğrene öğrene yarattığım bir yer burası, gurur duymaz olur muyum?
Ama bu süreçte beni asıl mutlu eden hayranlıkla sevdiğim Uğur Yücel’in
söylediği bir söz oldu. “Egoist Okur, New Yorklu cazcılara benziyor. Bizde
cazcılar kötü çaldıklarında bile burunları bir karış havadadır, New
York’takiler ise alçakgönüllü adamlardır, karşılaştığında yanlarına gidip
havadan sudan konuşabilirsin ama sahneye çıktıklarında müthiştirler” demişti
Uğur Bey. Duyduğum en şahane iltifattı. Yapmak istediğimi de özetliyordu
aslında: Okuyucuya tepeden bakmayan, edebiyatı sıkıcı ve hararetsiz bir şey
gibi göstermeyen bir edebiyat blogu…
Kimler yazıyor
blogda?
Düzenli
yazan sadece ben varım ama yazılarıyla veya başka şekillerde katkıda bulunanlar
çok. Tolga Meriç, Emine Çaykara, Füsun Saka ve Aycan Aşkım Saroğlu başından
beri vardı. Altay Öktem ve Deniz Durukan da öyle… Şavkar Altınel, Hamdi Koç,
Ahmet Büke, Umay Umay, Mine Söğüt, Bahadır Baruter, Süha Derbent, Seray
Şahiner, Hakan Bıçakcı, Yekta Kopan, Murat Gülsoy, Mabel Matiz, Alp Buğdaycı,
sonra Alper Canıgüz, Murat Menteş, Emrah Serbes de katkıda bulunanlardan ilk
aklıma gelenler… Hepsine müteşekkirim.
Egoist Okur’un
edebiyat karşısındaki tavrını nasıl özetlersin?
Egoist
Okur edebiyatın kıymetini bilir ama kimi hafif, eğlenceli romanların da iyi
yazılmışlarsa gerekli olduğunun farkındadır. Türkiye’de hep yapılageldiği gibi
bu ikisini birbirine karıştırmaz, ayrı ayrı ikisinden de zevk alır. Başka bir
deyişle üsluba da düşkündür, oyuna da… Korku edebiyatını, polisiye gerilimi
özel olarak önemser. Aynısı çocuk edebiyatı için de geçerlidir. Hayvan
haklarını sonuna kadar savunur. Sansüre karşıdır. Kadına karşı şiddet veya
cinsiyet ayrımcılığı gibi meselelerde hassastır. Daha sayayım mı Sayım? Egoist
Okur’u anlatmak kendimi anlatmak gibi bir şey, şöyle söyleyeyim daha iyi:
Egoistçe gelebilir ama ben Egoist Okur’a zevk almayacağım, bana yanlış gelen
hiçbir şeyi koymamaya kararlıyım.
O halde konuyu
değiştirelim... Hayat sevenlerin yanındadır, değil mi Gülenay?
Sayım,
bu ne acayip soru demeyeceğim, röportajlarına attığın imza gibi bir şey çünkü.
İstediğin cevap mıdır emin değilim ama ben, sevmenin bir kabiliyet olduğuna
inanıyorum. Kanındaki yaşam enerjisi, birini koşulsuz sevebildiğin zaman
durdurulamaz bir hızla, gürül gürül akmaya başlıyor, bir de onu biliyorum.
Ötesini yaşadıkça keşfediyoruz işte…
15 yıldır arkadaşız.
Rahatlıkla söyleyebilirim ki yayın dünyasını senin kadar iyi bilen azdır. Ne
düşünüyorsun, 15 yıl öncesinden beri neler değişti?
Daha
çok kitap yayınlanıyor, kitaplardan eskisine göre daha fazla söz ediliyor...
Billboardlarda kitap ilanları göreceğimizi, kitapların büyük satış rakamlarına
erişeceğini, yabancı dillere çevrileceğini 10 yıl önce hayal bile edemezdik.
Düşünsene; kitap yazarak hayatını idame ettirebilen yazar olmazdı; artık var.
Mesela Orhan Pamuk’un Cevdet Bey ve Oğulları romanını veya Tanpınar’ın
Huzur’unun dizi olacağını söyleseler inanır mıydık? Oysa yakında bu iki romanın
dizisini izleyeceğiz.
Bu olumlu bir şey mi
sence?
Hem
de çok olumlu bir şey. Diziler milletin kitapları merak etmesini sağlıyor.
“Aaa, Aşk-ı Memnu’nun kitabı çıkmış” diye sevinecek bir kitleye hitap etseler
de... Lise ders kitaplarında gençleri edebiyattan soğutan kuru cümlelere itiraz
etmiyoruz da, dizilerden mi rahatsız oluyoruz? Üstelik bazıları hakikaten iyi.
Her şey yolunda yani?
Yok
canım. Yolunda olmayan çok şey var. Mesela çok kitap çıkıyor, yayınevi ve yazar
sayısı artıyor ama kitabevi sayısı hızla azalıyor. Beyazıt’taki Sahaflar
Çarşısı'na son gittiğimde ağlamak istedim. Zamanında binbir çeşit edebi
maceraya çıkmama vesile olan yer resmen Mahmutpaşa’ya dönmüştü. Fakat Sayım,
içi kararmasın insanların. Ben bu konularda ağzımı açtım mı susmam biliyorsun.
Yok, yok,
konuşalım...
Eh,
sen istedin. Egoist Okur’da yazıyorum bunları… Yayıncılığın şu parlak
günlerinde zihnimde birtakım sorular dolaşıp duruyor... Niçin artık kimse doğru
dürüst eleştiri yazmıyor, niye kitap tanıtımının, bir de kof methiye ya da kötü
niyetli “çakmanın” bir adım ötesine geçilemiyor? Niçin en kıdemli eleştirmenler
bile olay örgülerini özetleyip üç beş yuvarlak kelam etmekle yetiniyor?
Neden sence?
Eskiler
ya yaşlandı yahut tası tarağı toplayıp gitti. Düşünsene, sadece bir tane Doğan
Hızlan var. Niye? Hâlbuki bir sürü Doğan Hızlan olması lazım. Aynısından değil;
farklı görüşlerde, farklı tavırlarda... Ama yok işte. Olamıyor bir türlü. Kitap
eklerinde de dönüp dolaşıp aynı isimlere rastlıyoruz.
Sen de bir kitap eki
çıkarıyorsun...
Valla,
kendimi bütün bunların dışında tutarak konuşmuyorum zaten. Zamanın ruhundan söz
ediyorum. Bana öyle geliyor ki kitap ekleri çoğunlukla yayınevlerinin PR
departmanları tarafından yönetiliyor artık. Berbat çevirilerden özensiz
editörlükten, düpedüz kötü romanlardan söz eden yok. Eleştiriyi kaldırabilecek
olgunlukta yazar ve yayıncı da kalmadı ki. Günü kurtaralım, ahbapları
küstürmeyelim sıkıntısıyla dönüyor iş. Bu hesaplarla da eleştiri falan
yapılmıyor.
Sen nereye
yerleştiriyorsun kendini?
Eleştirmen
değilim. Az önce konuştuğumuz şeyleri düşünürsek, olmak da istemezdim.
Habertürk'teki Kâğıt Kokusu yazılarında ve yaptığım röportajlarda iyi işleri
vurgulamayı, öne çıkarmayı tercih ediyorum. Egoist Okur’da da öyle, kötü işleri
görmüyorum. İleride okurla interaktif bir şekilde ilerleyecek bir eleştiri
bölümü açmayı planlıyorum ama bunun için henüz vakit var...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
iyi ve güzel...