Önceki gece insanlık, futbol tarihinin en muhteşem 90 dakikalarından birine tanıklık etti. Bu unutulmaz gösteride, Camp Nou'nun konuklarından biri de Radikal'di. İşte 'El Clasico'nun son randevusunda, 'yerinden' notlar...
Maç öncesi konuştuğum Katalan Miquel’in kombinesi kendisine dedesinden miras. Aynı koltukta önce dedesi, sonra babası, şimdi kendisi oturuyormuş. Altını tekrar çizmek istiyorum: Aynı koltukta!.. Dedesinin kulübün 20 binle başlayan üyelerinden biri olmasıyla gurur duyuyor. Kulübün üye sayısı 180 binlerde olduğu için nedenini anlamak hiç de zor değil. Sezonluk kombine fiyatları bizim astronomik bilet fiyatlı ligimizin yanında komik denecek kadar düşük. Ama isteseniz de alamıyorsunuz. Çünkü önünüzde kombine almak için sıra bekleyen 60 bin kişi var.
Üçüncü kez pazartesi
Pazar akşamı vardığım şehir sessiz. Sokaklarda neredeyse kimse yok. Neden? Katalan seçimleri yüzünden. Bu, aynı zamanda ‘El Classico’nun pazartesi akşamı oynanacak olmasının da nedeni. Maç, 111 yıllık tarihinde sadece üç kez pazartesi oynanmış. Gel gör ki pazartesi sabahı da şehirde bizim anladığımız anlamda bir derbi havası yok. Otelin Katalan resepsiyon memuru, “Şehirde hayat saat 17 gibi duracak. Herkes bir bara gidip yer kapacak ve maç saatine kadar yerini kaptırmamak için tuvalete bile gitmeyecek” diyor. Geçen sene şifreli kanaldan bir defalığına maç satın alan pekçok kişi ‘teknik sorunlar’ yüzünden maçı seyredemediğinden kimse aynı riski tekrar almak istemiyor olmalı ki değil barlar, publar, pastanelerde bile maç yayını var!
Maça metroyla gitmenin en iyisi olduğuna karar veriyoruz. Kalabalık ama en azından trafik sıkışmıyor. Metro durağından stada yürüyüş de 10 dakika alıyor. Maça sadece bir saat var ve güruh halinde yürüyoruz. Marş söyleyen, tezahürat yapan bir kalabalık değil bu; oğlumla dedem arasında değişen bir yaş yelpazesinde, kadınlı erkekli bir kalabalık. Stadı çevreleyen tel örgülerin arkasına tek geçiş yolu maç bileti. Bu, aynı zamanda biletinizi kontrol ettikleri yegâne nokta. Etrafta polis yok. Arama yok. İtişme yok. Bozuk para, çakmak teslim noktası yok. Kalabalığın arasında televizyon kameraları dolaşıyor, taraftardan görüş alıyor. Maçın başlamasına 45 dakika kala içeri girip, yerimize oturuyoruz. Stat neredeyse boş. Karşı tribündeki ‘Mas que un club’ cümlesi hâlâ okunabiliyor. Madridliler üçüncü katın, skorbordun hemen yanına denk gelen bir köşesindeler ve o kadar yüksekteler ki maçı beyaz noktalarla bordo noktalar arasında bir müsabaka olarak seyrediyorlar muhtemelen. Bulundukları noktada hava sıcaklığı birkaç derece düşük olabilir. Maça son dakikada karaborsada bilet bulanların birçoğu da muhtemelen o tribündeler.
Stadyum kesinlikle etkileyici ama çok eski. Barcelonalıların Espanyol’un bir sene önce açtığı dört yıldızlı stat yüzünden utanıyor olmaları normal ama Laporta sonrası göreve gelen yeni başkan Sandro Rosell, mali durumun hiç de söylendiği kadar parlak olmadığını ve kulübün borç içinde olduğunu açıkladığından bu yana yeni stat projesi bilinmeyen bir tarihe ertelenmiş durumda. Maç büfelerinde satılanların yanında bizim statların büfeleri beş yıldızlı otel kahvaltısı çeşitliliğinde kalıyor. Çekirdek yok. Onun yerine pop corn var.
Tek tezahürat ‘Barça marşı’
Maç öncesi söylenen tek tezahürat Barcelona marşı. Defalarca. Anons üzerine koltuklarımıza bırakılan renkli kâğıtları havaya kaldırdığımızda ortaya tüyler ürpertici bir tablo çıkıyor. 111. maç kutlaması şerefine yapılan gösteriye eşlik etmeyen tek bir kişi yok, sanki 19 Mayıs gösterilerinin Harp Okulu tribünündeyiz, öylesi bir disiplin. Seyirciler Barcelona marşını peş peşe üçüncü kez söylerken takım sahaya çıkıyor. Alkışlayamıyoruz, meşgulüz, koreografi yapıyoruz.
Maç öncesi herkeste futbol kalitesi olarak büyük beklentiler var. Maç başladıktan sonra Barcelona takımı tek başına bütün beklentileri karşılıyor. Real Madrid dünyanın en iyi futbolcularından kurulu bir kulüp olabilir, ama Barcelona bir ‘bütün’ gibi oynuyor: Sanki Messi başı; Villa, Pedro kolları; Xavi-Busquets-Iniesta gövdesi; Puyol, Abidal, Alves bacakları gibi... İşte bu yüzden uzaylı (dört bacağı var ya, ondan!).
Üçüncü kez pazartesi
Pazar akşamı vardığım şehir sessiz. Sokaklarda neredeyse kimse yok. Neden? Katalan seçimleri yüzünden. Bu, aynı zamanda ‘El Classico’nun pazartesi akşamı oynanacak olmasının da nedeni. Maç, 111 yıllık tarihinde sadece üç kez pazartesi oynanmış. Gel gör ki pazartesi sabahı da şehirde bizim anladığımız anlamda bir derbi havası yok. Otelin Katalan resepsiyon memuru, “Şehirde hayat saat 17 gibi duracak. Herkes bir bara gidip yer kapacak ve maç saatine kadar yerini kaptırmamak için tuvalete bile gitmeyecek” diyor. Geçen sene şifreli kanaldan bir defalığına maç satın alan pekçok kişi ‘teknik sorunlar’ yüzünden maçı seyredemediğinden kimse aynı riski tekrar almak istemiyor olmalı ki değil barlar, publar, pastanelerde bile maç yayını var!
Maça metroyla gitmenin en iyisi olduğuna karar veriyoruz. Kalabalık ama en azından trafik sıkışmıyor. Metro durağından stada yürüyüş de 10 dakika alıyor. Maça sadece bir saat var ve güruh halinde yürüyoruz. Marş söyleyen, tezahürat yapan bir kalabalık değil bu; oğlumla dedem arasında değişen bir yaş yelpazesinde, kadınlı erkekli bir kalabalık. Stadı çevreleyen tel örgülerin arkasına tek geçiş yolu maç bileti. Bu, aynı zamanda biletinizi kontrol ettikleri yegâne nokta. Etrafta polis yok. Arama yok. İtişme yok. Bozuk para, çakmak teslim noktası yok. Kalabalığın arasında televizyon kameraları dolaşıyor, taraftardan görüş alıyor. Maçın başlamasına 45 dakika kala içeri girip, yerimize oturuyoruz. Stat neredeyse boş. Karşı tribündeki ‘Mas que un club’ cümlesi hâlâ okunabiliyor. Madridliler üçüncü katın, skorbordun hemen yanına denk gelen bir köşesindeler ve o kadar yüksekteler ki maçı beyaz noktalarla bordo noktalar arasında bir müsabaka olarak seyrediyorlar muhtemelen. Bulundukları noktada hava sıcaklığı birkaç derece düşük olabilir. Maça son dakikada karaborsada bilet bulanların birçoğu da muhtemelen o tribündeler.
Stadyum kesinlikle etkileyici ama çok eski. Barcelonalıların Espanyol’un bir sene önce açtığı dört yıldızlı stat yüzünden utanıyor olmaları normal ama Laporta sonrası göreve gelen yeni başkan Sandro Rosell, mali durumun hiç de söylendiği kadar parlak olmadığını ve kulübün borç içinde olduğunu açıkladığından bu yana yeni stat projesi bilinmeyen bir tarihe ertelenmiş durumda. Maç büfelerinde satılanların yanında bizim statların büfeleri beş yıldızlı otel kahvaltısı çeşitliliğinde kalıyor. Çekirdek yok. Onun yerine pop corn var.
Tek tezahürat ‘Barça marşı’
Maç öncesi söylenen tek tezahürat Barcelona marşı. Defalarca. Anons üzerine koltuklarımıza bırakılan renkli kâğıtları havaya kaldırdığımızda ortaya tüyler ürpertici bir tablo çıkıyor. 111. maç kutlaması şerefine yapılan gösteriye eşlik etmeyen tek bir kişi yok, sanki 19 Mayıs gösterilerinin Harp Okulu tribünündeyiz, öylesi bir disiplin. Seyirciler Barcelona marşını peş peşe üçüncü kez söylerken takım sahaya çıkıyor. Alkışlayamıyoruz, meşgulüz, koreografi yapıyoruz.
Maç öncesi herkeste futbol kalitesi olarak büyük beklentiler var. Maç başladıktan sonra Barcelona takımı tek başına bütün beklentileri karşılıyor. Real Madrid dünyanın en iyi futbolcularından kurulu bir kulüp olabilir, ama Barcelona bir ‘bütün’ gibi oynuyor: Sanki Messi başı; Villa, Pedro kolları; Xavi-Busquets-Iniesta gövdesi; Puyol, Abidal, Alves bacakları gibi... İşte bu yüzden uzaylı (dört bacağı var ya, ondan!).
Dar alanda kısa paslaşmalar
Maçta bloklar arası bağlantıdan, oyunu sahaya yaymaktan falan bahsetmek mümkün değil. İki takım sanki 20 metrelik bir hat üzerinde, hep beraber bir ileri bir geri gidip geliyorlar. Çizgi defanstan hoşlanmayanları ya da illa sahaya yayılmak gerektiğini savunanları memnun edecek bir oyun değil; pek çok defa fotoğraf makineme davranıp o çizgi gibi, herkesin yan yana bir hat üzerinde dizildiği anları yakalamak istiyorum ama gözünü maçtan ayırmak mümkün değil. Real Madrid iyi niyetle basmak istiyor, almak istiyor, yapmak istiyor ama alamıyor, yapamıyor, basamıyor. Harlem’in futbol versiyonuyla maça çıkmış gibiler. Kimin kime pas vereceği belli ama engelleyemiyorlar. Messi gibi, Xavi gibi top cambazlarından değil, Busquets’ten bile alamıyorlar. ‘Dar alanda kısa paslaşmalar’ filmi Camp Nou’da gösterime girmiş gibi. Bıktırana kadar pas yapıp, en beklenmedik anda birini kaçırıp golü atıyorlar.
Maçta bloklar arası bağlantıdan, oyunu sahaya yaymaktan falan bahsetmek mümkün değil. İki takım sanki 20 metrelik bir hat üzerinde, hep beraber bir ileri bir geri gidip geliyorlar. Çizgi defanstan hoşlanmayanları ya da illa sahaya yayılmak gerektiğini savunanları memnun edecek bir oyun değil; pek çok defa fotoğraf makineme davranıp o çizgi gibi, herkesin yan yana bir hat üzerinde dizildiği anları yakalamak istiyorum ama gözünü maçtan ayırmak mümkün değil. Real Madrid iyi niyetle basmak istiyor, almak istiyor, yapmak istiyor ama alamıyor, yapamıyor, basamıyor. Harlem’in futbol versiyonuyla maça çıkmış gibiler. Kimin kime pas vereceği belli ama engelleyemiyorlar. Messi gibi, Xavi gibi top cambazlarından değil, Busquets’ten bile alamıyorlar. ‘Dar alanda kısa paslaşmalar’ filmi Camp Nou’da gösterime girmiş gibi. Bıktırana kadar pas yapıp, en beklenmedik anda birini kaçırıp golü atıyorlar.
'Tercümansın tercüman kal'
Taraftarlar Mourinho’ya ilk yarıda “Bizim için her zaman tercüman kalacaksın” diye bağırıyorlar, ikinci yarıda kulübesinden çıkmadığı için, “Çıksana çıksana, kulübeden çıksana”ya dönüyorlar. Sahada, tribünde ve sonrasında televizyondaki programlarda bize dair yegâne şey Turkish Airlines reklamları. Barcelona uçuyor, kanatları biziz desek kurtarır mıyız?
Taraftarlar Mourinho’ya ilk yarıda “Bizim için her zaman tercüman kalacaksın” diye bağırıyorlar, ikinci yarıda kulübesinden çıkmadığı için, “Çıksana çıksana, kulübeden çıksana”ya dönüyorlar. Sahada, tribünde ve sonrasında televizyondaki programlarda bize dair yegâne şey Turkish Airlines reklamları. Barcelona uçuyor, kanatları biziz desek kurtarır mıyız?
Radikal BANU YELKOVAN
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
iyi ve güzel...