Hz. Mevlâna’nın anlattığı insan bütünüyle Yunus Emre’dir. Yunus’un anlattığı ise Hz. Mevlâna. Yunus Emre bir çekirdektir. Hz. Mevlâna heybetli bir çınar.
İlhamımı Mesnevi’den aldım
Çaldımsa da mîri malı çaldım.
Şeyh Gâlib
Salih genellikle büyük adamları insanların gerçekle gerçek olmayanı birbirinden ayıramadığı fetret (kaos) dönemlerinde çıkarır. Derin vâdiler, sert yamaçlar, yalçın zirveler arasında bir büyük adam çıkar ve insanları “gel ne olursan ol yine gel” diyerek hakka ve hakikate davet eder. Onların sözleri sadece içinde bulundukları zamanla sınırlı değildir; çağları kuşatır, sihirli ve esrarlı bir etkiyle var olmanın sıcaklığını, insan olmanın haysiyetini, tabiatla ve insanlarla bir arada eşsiz bir uyumla yaşamanın sırlarını fısıldar.
Hz. Mevlâna’nın Anadolu’da bulunduğu zamanlarda batıdan gelen haçlı akınları, doğudan gelen Moğol istilası Selçuklu bütünlüğünü parça parça etmiş; ihanetlerin aldanmışlıkların, başıbozukluğun alabildiğine meydan aldığı, kimsenin kimseyi dinlemediği beylikler dönemine geçilmişti. Nizamın intizamın kaybolduğu böyle bir zamanda, temelde aynı şeyleri söyleyen fakat kullandıkları dil ve söyleyiş tarzları farklı iki büyük şahsiyet çıktı:
Yunus Emre ve Hz. Mevlâna.
ÇEKİRDEK VE ÇINAR
Yunus Emre o kadar duru, o kadar halis bir Türkçe ile edebiyatçıların sehl-i mümteni dedikleri tarzda yazdığı şiirlerle 21. yüzyıla geldi. Hz. Mevlâna ise devrin kültür ve edebiyat dili olan Farsça ile İslâm Medeniyeti’ne büyük katkıda bulundu. Öz olarak insanı, insanın mahiyetini, kudretlerini, zaaflarını, varlıkların en şereflisi olduğunu, en mükemmel şekilde yaratıldığını anlattı. Aslında Hz. Mevlâna’nın anlattığı insan bütünüyle Yunus Emre’dir. Yunus’un anlattığı ise Hz. Mevlâna. Yunus Emre bir çekirdektir. Hz. Mevlâna heybetli bir çınar demektedir.
Çaldımsa da mîri malı çaldım.
Şeyh Gâlib
Salih genellikle büyük adamları insanların gerçekle gerçek olmayanı birbirinden ayıramadığı fetret (kaos) dönemlerinde çıkarır. Derin vâdiler, sert yamaçlar, yalçın zirveler arasında bir büyük adam çıkar ve insanları “gel ne olursan ol yine gel” diyerek hakka ve hakikate davet eder. Onların sözleri sadece içinde bulundukları zamanla sınırlı değildir; çağları kuşatır, sihirli ve esrarlı bir etkiyle var olmanın sıcaklığını, insan olmanın haysiyetini, tabiatla ve insanlarla bir arada eşsiz bir uyumla yaşamanın sırlarını fısıldar.
Hz. Mevlâna’nın Anadolu’da bulunduğu zamanlarda batıdan gelen haçlı akınları, doğudan gelen Moğol istilası Selçuklu bütünlüğünü parça parça etmiş; ihanetlerin aldanmışlıkların, başıbozukluğun alabildiğine meydan aldığı, kimsenin kimseyi dinlemediği beylikler dönemine geçilmişti. Nizamın intizamın kaybolduğu böyle bir zamanda, temelde aynı şeyleri söyleyen fakat kullandıkları dil ve söyleyiş tarzları farklı iki büyük şahsiyet çıktı:
Yunus Emre ve Hz. Mevlâna.
ÇEKİRDEK VE ÇINAR
Yunus Emre o kadar duru, o kadar halis bir Türkçe ile edebiyatçıların sehl-i mümteni dedikleri tarzda yazdığı şiirlerle 21. yüzyıla geldi. Hz. Mevlâna ise devrin kültür ve edebiyat dili olan Farsça ile İslâm Medeniyeti’ne büyük katkıda bulundu. Öz olarak insanı, insanın mahiyetini, kudretlerini, zaaflarını, varlıkların en şereflisi olduğunu, en mükemmel şekilde yaratıldığını anlattı. Aslında Hz. Mevlâna’nın anlattığı insan bütünüyle Yunus Emre’dir. Yunus’un anlattığı ise Hz. Mevlâna. Yunus Emre bir çekirdektir. Hz. Mevlâna heybetli bir çınar demektedir.
Doğunun bütün büyük düşünürleri gibi Hz. Mevlâna da üslûb-u hakîm denilen hikmet diliyle konuşur. Bu üslûbda muhatabın şahsiyetini rencide etmeden gözünün önündeki alışkanlık (ülfet) perdesi kaldırılır. Eşya’nın ve olayların hakikati istiare, mecaz, teşbih ve kıssalarla anlatılarak düşünceyi kavrama işi muhatabın kavrama kabiliyetine, kapasitesine ve niyetine bırakılır. Eskilerin tabiriyle buna “akla kapı açma, ihtiyarı elden almama” denilir.
DÜĞÜN GECESİ
Modern insanın vazgeçemediği mücadele, çarpışma ve hâkim olma anlayışı, O’nda yerini yardımlaşma, beraber yaşama ve kardeşlik duygularına bırakır. 1273 tarihinde vefat ettiğinde Konya’daki bütün Yahudiler, Hıristiyanlar, Müslümanlar, her türlü farklı ırk ve mezhebe mensup olanlar cenazesinde hazır bulundu. Ölümüne şeb-i arus (düğün gecesi) diyen Hz. Mevlâna’nın cenazesi hakikaten düğün gibi oldu.
Mevlâna’ya göre; Allah bu âlemdeki her şeyi büyük bir nizamın parçası olarak özel bir düzen içinde yaratmıştır. Âlemde her şey bize cansız görünse bile Allah’ın nezdinde canlıdır. Çünkü âlem her an yeniden yaratılmakta akıl buna hayrette kalmaktadır. İnsan da küçük bir kâinat (âlem) ve büyük kâinatın bir parçası olması bağlamında Allah’ın özellikle iki vasfı çok önemlidir: Tüm âlemi yaratan, besleyen ve sürdüren olması ve yaratmasının temelinde aşk (muhabbet) olması.
ANLAM VE GÖREV
Mevlâna’nın nehir gibi coşkun, bereketli, feyizli ve şairane ifadelerinde insan, toplum, varlıklar, kâinat canlanmakta, adeta bir renk ve ses cümbüşüne dönmektedir. Her şey ve herkes hem kendi içinde, hem birbirleriyle, hem de diğer bütün varlıklarla çok yönlü ilişkili ve bağlantılı olup özel bir alan, anlam ve görev içindedir. Böylece âlem Allah’ın sıfat ve özelliklerini çok açık bir şekilde gösteren muhteşem bir sanat eseri, derin mânâlar yüklü bir kitap haline dönüşmektedir.
En küçükten en büyüğe kadar tüm varlıklar “hayranlık uyandırıcı bir uyum içinde” hareket etmekte, bizi kuşatmakta ve mest etmektedir. Bu itibarla Hz. Mevlâna her şeye hatta tabiata çıkarcı bir gözle bakan modern zihniyeti temelinden değiştiren, hayatın her safhasına derin ve bütüncü bir gözle bakmamızı sağlayan yeni bir bakış açısı sunmaktadır. Bu derin ve bütüncü yaklaşımı dolayısı ile her cümlesi, her mısraı bugün “çok disiplinli” dediğimiz özellik taşıyan Hz. Mevlana ve eseri her zaman, her sınıftan, her seviyeden insanın bilgiye, aşka, düşünceye, sevgiye, teselliye olan ihtiyacına muhatap olma özelliği taşımaktadır.
Kaos döneminin tükenmek bilmeyen tarifsiz hastalık, açlık, ümitsizlik ve ölümle yoğrulmuş ızdırap cehenneminde yaşayan insanlar, realitenin tahammülü imkansız cenderesinin ötesinde buldukları bu ilahi rahmetin ümit bahşeden tesellisine; temiz havaya, ekmeğe ve suya koşar gibi koştular. Toplumun her kesimi bu pınardan kana kana içti. İnsanın tabiatla, kendisiyle ve içinde yaşadığı toplumla ilişkileri yeniden düzenlenmeye, hayat yeniden şekillenmeye başladı.
OSMANLI TERKİBİ
Osmanlı bu mayalanmanın terkibidir. Hz. Mevlana’nın vefatından henüz çeyrek asır geçtikten sonra ortaya çıkan Osmanlı Devleti 625 yıl süren ömrü boyunca Mevlana’nın ve Mesnevi’nin havasını soludu. Sayılamayacak kadar çok olayın, harbin, kuruluşun ve yıkılışın altında, sayılamayacak kadar çok ırkın, dinin, mezhebin, anlayışın, aşiretin, coğrafi bölgenin, iklimin bir arada uyumlu ve ahenk içinde bu kadar uzun süre yaşadığı bir dönemi tarih görmedi. Unutulmasın ki Osmanlı’nın şehir kültürü ve entelektüel birikiminin temeli Hz. Mevlana ve Mesnevi-i ?erife, halk kültürü ise Hz. Hacı Bektaşi Veli’ ye dayanmaktadır.
Bu itibarla geniş Osmanlı coğrafyasında nefes alınan havada, hayat biçimlerinde, mahallelerin ve çarşıların teşkil tarzında, ister Mevlevi olsun ister olmasın Mimar Sinan’ın bir minaresi veya kubbesinde, Baki’nin Fuzuli’nin şiirlerinde Hz. Mevlana’nın parmağı ve hissesi vardır. Zaten Osmanlı’nın şehir kültürü ve entelektüel hayatında musiki, şiir, edebiyat, hat vesaire sanat erbabının çoğu mevlevîdir. Neşati Ahmet Dede, Rasih Dede, Esrar Dede, ?eyh Galip, Itri, Dede Efendi, Zekai Dede… Denilebilir ki hayatımızı şehirlerde Mevlevi Dedeleri, taşrada Bektaşi Babaları biçimlendirmiştir.
Her gün yeniden yıkılan ve kurulan bir dünyanın dört bir tarafında bugün Hz. Mevlana yeniden keşfediliyor. ?üphesiz ki Mevlana derin hikmeti bir kenara bırakılarak, sadece sema gösterisi ve bir kısım ritüellerden ibaret değildir. O insanoğlunun ruhunun, kalbinin ve aklının ebedi susuzluğunu giderecek bir hikmetler deryası bırakarak gitti. İnsanı elmas işler gibi yonttu; desti hamuru gibi yoğurdu, şekillendirdi ve bugün de şekillendirmektedir.
Artık globalleşen, globalleştiği oranda da maddileşen dünyada insan maalesef gittikçe yalnızlaşmaktadır. Baş döndürücü bir hızla etrafına ve bir arada yaşadığı hemcinslerine bakamayacak kadar meşgul, kendini esas ilgilendiren şeylere ulaşamayacak kadar kıyıdan açılmış günümüz insanı, hayata bir başka yönden de bakmasını öğrenmek, hiç değilse denemek zorundadır. İnsanın ve insan ilişkilerinin daha derin, daha anlamlı ve erdemli bir yönünün olduğu ve olması gerektiğinin çokça tartışıldığı günümüzde Mevlana’nın düşüncesi ve öğretisi her geçen gün biraz daha önem kazanmakta, yol soranlara doğru istikameti göstermektedir.
TEHLİKELERLE DOLU BEŞ YIL
İslam kültür dünyasının yetiştirdiği en önemli isimlerden biri olan Mevlana Celaleddin-i Rûmi’yi birçok kişi Konya doğumlu bilir. Ancak bu popüler bilgi doğru değil. Kaynaklar bu konuda iki yer rivayet ediyor. Biri Tacikistan sınırlarındaki Vahş kasabası, diğeri ise Belh kent merkezi yakınlarındaki Hacı Golak Köyü. Bugün Afganistan’ın kuzeyinde yer alan, 13. Yüzyıl’da ise Horasan’ın başkenti olan Belh’ten yola çıkan Mevlana’nın kervanı beş yıl süren uzun ve tehlikelerle dolu bir yolculuğun ardından Konya’ya vardı.
Yol boyunca irili ufaklı çok sayıda yerleşime uğrayan kervan Merv, Nişabur, Bağdat ve Kûfe üzerinden Mekke’ye vardı. Mevlana ve ailesi kutsal yerlerin ziyaretinden sonra dönemin önemli ilim merkezlerinden biri olan Şam üzerinden kuzeye, Anadolu’ya doğru yol aldı. Anadolu’da Erzurum, Akşehir ve Karaman (Larende) şehirlerinin ardından Konya Mevlana Celaleddin’in son karar yeri oldu. Artık o Rûmi yani Anadolu’luydu…
Skylife Aralık 2010
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
iyi ve güzel...